13 Eylül 2018 Perşembe

ANI BİRİKTİRMEK


                     Bundan beş, altı yıl önceydi… Bu zamanlardı yine. Mayıs'ın ilk haftası geçmiş. Galatasaray’ım şampiyonluğa adım atmak üzereydi. Arkadaşlarla sözleştik, akşama Taksim'de şampiyonluk kutlamalarına katılacaktık... İşten eve geldim. Cumartesi akşamüzeri, koltuğa yaslandım...
Televizyonda birbiri ardına sıralanmış kapitalizmin "anneler günü" dayatmaları vardı...
Annem son beş yıldır baharı ve yazları köyde geçiriyordu babamla. Görmeyeli çok olmuştu gül yüzünü. Dalıp uzaklara kederlendim... Televizyonu izlerken gözlerim buğulandı... Sonra birdenbire sanki bir emir almış gibi, cep telefonumdan otobüs firmasını arayıp, memlekete giden araba olup olmadığını sordum. Bir tane araç olduğunu ve onun da beş dakika önce yola çıktığını söyledi telefonun öbür ucundaki ses. Peki yer var mıydı? Evet, ama otobüsü 40 dakika içinde Kavacık Köprüsü'nde yakalayamazsam, ihtimallerim bitecekti.. "Yine de bana bir bilet kesin ve şoförü bilgilendirin lütfen. Ödemeyi otobüste yapacağım" dedim. Sırt çantasına elime ilk geçen birkaç parça eşyayı koyup, yola fırladım. Tarabyaüstü'ndeydim. Kavacık Köprüsü en iyi ihtimalle yirmi dakikayı geçerdi fakat Cumartesi'ydi o gün ve köprü trafiğini hiç hesaba katmamıştım. Zaten ne akla hizmet yola düştüm ki diye aklımda sorular dolaşıp durmaktaydı. İlk bulduğum taksiye bindim ve otobüse yetişeceğimi, acele etmesini rica ettim adama. Umutsuz bakışlarıyla karşılaştım taksicinin ama "elimizden geleni yaparız" dediğinde, yine de ihtimalin umudunu büyüttüm içimde...
Köprü trafiği gerçekten berbattı... Firmayı yeniden arayıp, otobüsün en azından on dakikacık beklemesini rica etmek için şoförün numarasını istedim. Verdiler...
Adamı aradığımda, otobüsün de köprü trafiğine takıldığını, daha "karşıya" geçmemiş olduğunu öğrendiğimde; ilk kez İstanbul trafiğine teşekkür ettim içimden...
Anneme gidiyordum, hem de kimsenin haberi yoktu... Yarım saat sonra arkadaşlarımla buluşmam gerekiyordu bir de... Önce Galatasaray’ımın son maçını izleyecek, ardından şampiyonluk turu atacaktık. Boynumda sarı kırmızı Galatasaray şalım vardı yine de, bedenen katılamasam da aralarına, yüreğim sizlerle dercesine...
Otobüse bindiğimde maç başlamıştı ve radyodan maç yayını veriliyordu. Benimle aynı heyecanı taşıyan insanlar da vardı otobüste. Üzerinde sarı kırmızı formalarla, nefeslerini tutmuş, arada kesilen radyo yayınına söylenerek maçın sonucunu bekleyen… Otobüs Abant’ta mola vermek üzereyken, maç bitti ve Cimbom şampiyonluğunu ilan etti. Korna sesleri, camlardan uçuşan bayraklarla mola yerine girdik… Aşağı indiğimde, her gördüğü Galatasaraylıyı tebrik eden taraftarların alkış ve ıslıklı tezahüratları ile karşılaştım. Gülümsedim ve kendime bir çay ısmarladım.
                    O arada ağabeyim aradı. Kendisi ‘hasta’ Fenerli olup, aramızda her rakip taraftar grubunun yaşadığı tatlı sürtüşme sürerdi ve beni arayıp, şampiyonluğu tebrik etmek istediğini söyledi. Hatta ‘sen şimdi rahat durmazsın, kavgalar falan çıkar, şampiyonluk kutlayacağız diye başını derde sokma’ diyerek uyarısını da yapmış oldu. Aklıma geldi, memlekete gittiğimden hiçkimsenin haberi yoktu. Yolda başıma bir şey gelse, en azından birinin nerede olduğumu bilmesi gerekirdi. Ağabeyime memlekete gittiğimi, şimdi otobüs yolculuğunda olduğumu söyledim. Anneme sürpriz yapacağım, sakın arayıp haber falan verme ve bunu kimseye söyleme diye tembihte bulundum. Ne de olsa sırdaşım sayılırdı. İstanbul’da olmayışıma sevindi, anneme gidiyor oluşuma daha çok sevindi ve kapattım telefonu. Bir sorun vardı yalnız. Lise tatillerinden sonra köye hiç gitmemiştim. Ne nasıl gidildiğini biliyordum, ne de evin yerini. Ama sonuçta, “nereye gitmek istediğini bilen bir insana, dünya kenara çekilip yol verirdi…” Allaha emanet düştüm yollara. Otobüs Niksar’a indiğinde, köye nasıl gidildiğini sordum insanlara. Taksici genç bir çocuk vardı aracının başında dikilen. Ondan rica ettim ama öncesinde gitmemiz gereken yerler vardı. Önce bir çiçekçiye uğrayıp, bembeyaz çiçeklerden oluşan bir buket yaptırdık anneme. Sonra da ufak tefek hediyeler almak için bir tuhafiye aradık. Sonra da köyün yoluna düştük. Buraya gelme kararını akşam bir anda verdiğimden, hiçbir hazırlık yapamamıştım hediye için. Ama annemi kucaklamak en güzel hediye olacaktı ikimize de neticede. Bunun rahatlığıyla köyün yoluna girdik. Yolda rastladığımız birine, babamın ismini söyleyip evini sordum. Tarif etti. O esnada aracı durdurup, anneme telefon ettim. Anneler gününü kutladım, yanında olamadığım için üzgün olduğumu, onu çok özlediğimi söyledim. Annem de beni çok özlemişti.  Duygularımı belli etmemeye çalışarak, telefonu kapattım. Birkaç dakika sonra, bu
konuşmaya birlikte gülecektik nasıl olsa…
                    Çocukluğumda hatırladığım gibi değildi sanki köy. Mesafeler azalmış, uzaklık kavramı anlamını yitirmişti. Çocukken çok uzun sandığımız yolların elli metreyi geçmediğini görmüşüzdür yetişkinliğimizde hepimiz. Evin duvarının önüne geldiğimizde, taksici çocuktan rica ettim. “Şimdi bu kapıdan içeri gir, evin kapısı ön tarafta. Saliha hanım siz misiniz diye sor, sonra ona; ‘bu çiçekleri İstanbul’dan kızınız Gül gönderdi’ deyip, ‘bir de arabada bir hediyeniz var, gelip alır mısınız?’ diye sorup, annemi buraya getirir misin?” dedim. Taksici çocuk çok heyecanlandı ve bu mutluluğa vesile olmanın haklı gururuyla, çiçek buketini alıp bahçeye girdi. Arka koltukta, kalbim yerinden çıkacak gibi nefesimi tutup ne kadar bekledim bilmiyorum. Einstein haklıydı, zaman izafi bir şeydi ve o bekleyiş bana upuzun yıllar gibi gelmişti. Anneciğim, üzerinde basma şalvarı, el işi örgü yeleğini sırtına geçirmeye çalışarak şoförün  arkasından şaşkın bakışlarla yürüyordu. Araba ticari tipteydi ve arka kapı sürgülüydü. Penceresinde de perde vardı ve annemin içeriyi görme şansı yoktu. Tam bahçe duvarına geldiğinde, kapıya sıfır duran aracın kapısını açtım ve taksiden indim.
O anı size tarif edebilmeyi çok isterdim ama yıllarca okuduğum kitaplarda, öğrendiğim dilde bir tanımı, bir izahı yoktu… Yanağından süzülen yaşlardan öptüm annemi. Kucakladım sımsıkı. Neye uğradığını şaşırmıştı. Taksici çocuğa onlarca kez teşekkür edip, ücretini fazlasıyla ödeyip uğurladık. İki neşeli çocuk gibi sarmaş dolaş evin kapısına kadar yürüdük annemle… Sürekli bana, benim deli olduğumu söyleyip hem gülüyor, hem gözündeki yaşları siliyordu. Sonra babamı sordum. “Sahi anne, babam nerede?” Başını çevirdi sağ tarafa… Cevizin altında bir kütüğün üzerinde, elinde sigarası uzaklara bakıyordu babam. Olan bitenden haberi yoktu. Koşarak yanına gittim ve daha o bir şey diyemeden ellerine sarıldım, öptüm, kucakladım. Babamın şaşkınlığı da annemi aratmayan türdendi… Birlikte evin kapısına geldik. “E nasıl oldu be kızım? Ne zaman geldin, nereden çıktın sen?” Birbiri ardına sorular soruyordu. “Anneler günü için anneme sürpriz yapmak istedim” dedim. Belli etmemeye çalışsa da, bozulduğunu fark ettim içten içe. “Tabi, annene gel zaten. Annene çiçekler al, hediyeler al…” Sesindeki sitemi duysaydınız, küçük bir çocuğun kıskançlığını andıran o tatlılığı bağrınıza basardınız muhtemelen. “Seni unuttum mu sandın?” deyip ona da hediyesini uzattım. Ne olduğunu her seferinde merak ederdi ve her seferinde ona aldığım pijamaları görünce yine de çok mutlu olurdu babam. Pijama hediye etmek benim aile geleneğim olmuştu aslında. Sevinçlerini kursaklarında bırakmak istemesem de, ertesi gün işbaşı yapmam gerektiğini, akşama ilk otobüsle döneceğimi söyledim onlara. İçi burkuldu ikisinin de… Yapacak bir şey yoktu ama. Patronumu aradım ve dün gece memlekete gelmek için yola çıktığımı, anneler gününü kutlamak istediğimi, akşam ilk otobüsle döneceğimi ve işyerine otogardan geleceğim için, sabah bir saat kadar geç kalacağım bilgisini verdim. Patronum da çok duygulanmıştı yaşadıklarımıza. “Öyle tuz almaya gider gibi olur mu canım, gitmişken kal birkaç gün, annenle babanla hasret gider” dedi… Bana Perşembe sabahına kadar izin verdi. Hepimiz bu habere çok sevindik ve köyde dört gün geçirdim annem babamla…
                Daha sonrasında her gelene, her gördüğümüz insana büyük bir sabır ve mutlulukla her detayını anlattı annem bu buluşmanın. Anlatırken yüzündeki çocuksu coşkuyu görmüş olsaydınız, küçücük bir iyiliğin bir annenin ve babanın yüreğine nasıl dokunduğunu görürdünüz. Bunun asla unutulmayacak güzel anılar hanesine nasıl yazıldığını ve onların ruhunda nasıl bir yer edindiğini bilseniz, annenizi ve babanızı mutlu etmek için, küçücük anları daima mucizeye dönüştürmenin yollarını bulurdunuz.
Bu hikâyeyi anlatmak istedim, belki bir kişinin bile içinde bir yere dokunurum da, harekete geçer yaşanılacak mutluluklar için.
“Doğurmuş...
Doğurmamış...
Doğurduğunu bağrına basmış...
Doğurduğunu bağrına bile basamamış...
Doğurmadığını bile bağrına basmış...
Kendi anne olan...
Vicdanı anne olan...
Ruhu anne olan...
Bütün kocaman yürekli kadınlara...
Ve bir evlada anne gibi şefkatle sarılabilen adamlara selam olsun...
Gidenler nur olsun...
Kalanlar sağ olsun...”
Anneler günü kutlu olsun…
13 Mayıs 2018...Gül Özdemir Oğuz kalemine yüreğine sağlık bize bizi hatırlattığın için unuttuğumuz değerleri yeniden hatırlamamıza vesile olduğun için. Hikayeni paylaşarak bir çok insana öncü olacağını düşünüyorum. Selamlar sevgiler
Dünya köylüsü
    Ayla Bağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder