16 Ağustos 2024 Cuma

ÇOCUKLARIMIZ

 ÇOCUK YALNIZ OYNAMAZ…


Geleneksel toplumda huzurlu ve mutlu bir aile ortamında büyüyen çocuk, önce annesinin ninni ve masalı, sonra babasının fıkra ve şakaları, ardından daha yaşlı aile büyüklerinin kıssa, efsane ve hikâyeleriyle sevgiyi, saygıyı, erdemi, görgüyü ve nihayet onu hayat boyu yalnız bırakmayacak olan bir kültürel birikimin parçası olmayı öğrenir. 


Böyle bir kültürel ortamda geleneksel çocuk oyunları doğal olarak akranla, arkadaşla, ablayla, ağabeyle bir araya gelinerek oynanır. Üç taş, beş taş dokuz taş, on iki taş; saklambaç, saklanpetek, körebe, arakesti; kale, dalya, istop, çelik-çomak; göçürme, kuyu, ceviz, misket gibi yüzlerce geleneksel oyun için en az iki, ortalama sekiz-on kişinin fiziken bir araya gelmesi gerekir.


Böyle bir ortamda çocukların birbirlerini oyuna daveti bile oyun içinde oyundur, eğlencedir: “… papucu yarım; çık dışarıya oynayalım” tekerlemesiyle adını duyan çocuk sokağa koşar. Oyunun biçimine göre kurulması gereken takımlar, eş seçmeler hep bir tartışma, çözüm arama, uzlaşma ve çoğu zaman bir oyun kuralına dönüşen sayışmaca ile gerçekleşir. İlk önce hangi grubun oyuna başlayacağı da ayaklama, adımlama, kur’a çekme, seçilen bir sınamada üstün gelme gibi bir takım yarışmalarla belirlenir ki bunda da herkes mutabıktır. Bütün bunlara razı olup da yenilince oyunbozanlık yapanın, mızıkçılık edenin, zıllıyanın “papucu dama atılır” yani uslanıncaya kadar gelecek oyunlarda adı söylenerek “çık dışarıya oynayalım” daveti yapılmaz. 


Oyunda lider olmak, ebe olmak, yenmek, yenilmek, düşmek, kalkmak, bir grubun mensubu olmak, kazanma stratejileri geliştirmek, kazanana hakkını teslim etmek, kaybedince üzülmek gibi pek çok duygu, durum, davranış ve sonuç tam bir eğitimdir ve bütün bu olaylar ve süreçler çocuğu gerçek hayata hazırlar.


Çocuk daha üç beş yaşında akranlarıyla başlayan oyun çağından itibaren bir grubun mensubu olmanın hazzını duyar, birileriyle kader birliği yapmayı öğrenir, arkadaşlarıyla tekrarladığı zihinsel ve bedensel hareketlerle yalnızlık kaynaklı travmalardan korunur. Böylesi ortamlarda büyüyen çocuklar ne depresyon, ne depresyon ilacı bilir; ne de yeni yeni duymaya başladığımız adları afili bir takım tuhaf hastalıklara yakalanır.


Paldır kültür kentleşmelerin sonucu olan apartman, blok, rezidans kültürü içine doğan; sokağı ve sokak arkadaşlığını ve sokak oyunlarını tanımayan İnternet çağı çocukları, ne yazık ki  her şeyden önce yalnızlığı tanıdı. Bu yalnızlığı da diğer yalnız çocuklarla sanal ortamlarda paylaştı. Başka bir dünya tanımayan, aile içinde muhakemeli bir kültür ortamında büyüyemeyen bu çocuklar depresyonu, obeziteyi, sevgisizliği, paylaşamamayı ve nefreti öğrendi.


Bir dönem toplum analizcileri, kadına yönelik cinayetlerin şehirdekilerini görmezden gelerek, kırsaldaki kadın cinayetlerini  “töre cinayeti” diye adlandırarak ve suçu geleneğe atarak durumu izaha çalıştılar. Ancak zamanla pek çok kadın cinayetinin şehirlerde ve “töre” dışı bağlamlarda işlendiği görülünce “batsın bu töre” söylemleri yetersiz, bu yöndeki teşhisler geçersiz kalmıştı. Şimdi de muhakemeli kültür ortamlarında, akranla, oyunla, sevgiyle büyütülemeyen yalnız çocukların kendilerine ve çevrelerine vermekte oldukları dehşetengiz zararları izah etmek için uzaktan teşhisler konmaktadır. Unutmayalım ki “töre cinayeti” adı, toplum analizcileri için aşağılayıcı veya küçümseyici gibi görünse de katiller bu adlandırmadan kuvvet bularak hâkim karşısına “namusumu temizledim” diye çıktılar. 


Velev ki çevrelerine öldürme kastıyla zarar veren bu çocuklar bireysel anlamda psikiyatri uzmanlarının koyduğu teşhise göre hasta olmuş olsunlar, bu çocuklar bu hastalığa nasıl yakalanıyorlar sorusunun cevabını aramak ve tıbbın diliyle söylenecek olursa “önleyici ve koruyucu hekimlik” yapmak gerekmektedir. Bu da aile, sokak ve okul üçgeninde çocukları geleneğin başardığı şekilde sosyal hayata hazırlamakla mümkün olabilir. Öncelikle ve acil olarak çocukları İnternet bağımlılığından ve zararlı içeriklerden, madde kullanımından ve bağımlılığından, yalnızlık duygusundan, obeziteden, sevgisizlikten koruyarak işe başlanmalıdır. Bunun için aile büyükleri onlarla konuşmalı, dertleşmeli, oyunlar oynamalı, sokakta arkadaşları ile oynamalarını sağlamalı, sofraya birlikte oturmalı, yemekleri sohbet ede ede birlikte yemeli, misafirliğe birlikte gitmeli, misafirleri birlikte ağırlamalı, sorularından veya yaramazlıklarından sıkılında “haydi odana” diye baştan savmamalı, kültür aktarımına özen göstermeli ve iyi anılar biriktirmelerine fırsatlar yaratmalıdır. 


Bütün bunlarsız büyüyen çocuklar ailelerine, çevrelerine, topluma sevgi duymayabilir; yabancılaşabilir. İçine düştükleri bu sevgisizlik, yabancılaşma ve yalnızlık sarmalı içindeki bu çocuklar bir gün bir şekilde “ben buradayım” diyeceklerdir. Düşünülmesi bile korkunç olsa da varsayımsal olarak bu haykırışın çığlığa dönüşmesi ve her evden yükselmesi insanlığın felaketi olacaktır.


Eskiden muhakemeli kültür ortamında büyüyen ancak payına acı, keder veya yoksulluk düşen çocuklar biraz serpilip büyüyünce “ben doğarken ölmüşüm”, “batsın bu dünya”, “giderim bu diyardan” diye sözle ve sanatla ailelerine, çevrelerine veya topluma sitem ederlerdi. Şimdi muhakemesizlik kültüründe ve İnternet ortamlarında öğrendikleri seri cinayet oyunlarıyla büyüyen çocuklar ailelerine, çevrelerine, toplumlarına ve nihayet insanlığa sitemlerini sanatla, müzikle veya taşıt arkalarına yazdıkları veciz söylerle anlatmıyorlar; onlar artık öldürücü ve yok edici silahlarla başka bir dil kullanıyorlar. 


Onların yaptıkları korkunç eylemleri bireysel düzleminde ve sonuç ekseninde hekimler bir takım hastalık adlarıyla tanımlayabilirler. Ancak muhakemesizlik girdabında ve paldır kültür kentleşmeler çağında neyin ihmal edildiği, neyin yanlış yapıldığı önce insanlık âlemi sonra da sosyal bilimciler ve özellikle kültür bilimciler tarafından yeniden düşünülmeli ve tabii sorumlular da özeleştiri vermelidir.

Oğuz Öcal 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder