19 Ağustos 2024 Pazartesi

Kumaş Tekstil Kongresi

DOKUMA USTALARIMIZ
        
             Geçmişle bağ kurmak geleceğimize yön vermek için insanlık tarihiyle özdeşleşmiş el sanatları günümüzde teknolojiye yenik düşmekte ve yok olmaya yüz tutmuş bu değerlerimizi bir arada bir kitapta toplayıp bizden sonraki nesillere bir örnek teşkil edecek şekilde kaynak olarak bırakılması için giriştiğim bu çalışmamda yaşayan ustalara yer vermek istedim. Yaşayan İlk Tek ve Son Ustalar kitabımda 45 ustamın hikayesine yer vererek bu zanaatlara dikkat çekerek yok olmamasını istedim. 
Geçmişte Anadolu’nun hemen her yöresinde rastlanan dokumacılık bu topraklarda başşehirlik yaparak zanaatkarlığın liderliğini üstlenmiş. Bir tohum misali toprağa atılarak yeşermiş, filiz vererek dallanıp budaklanmış ve buradan tüm Anadolu’ya yayılmıştır. Bu ağacın meyvelerine çeşitli illerde rastlanmaktadır.  Tekstil dokuma tezgahları tüketim alışkanlıklarının değişmesi, teknolojinin ilerlemesi ile yerini fabrika üretimi dokumalara bırakmıştır. El tazgahlarında dokunan, ipek dokumacılığı, kızık kilimleri, Dive alacası, zengin alacası, ham ketenden dokunan masa örtüleri, peşkirler, gömlekler bu yörenin insana kattığı değeri yansıtan en önemli göstergedir.  

           Bu tür zanaatların kültür değerlerimizin en azından tamamen yok olmadan belgelenmesi, orijinal örneklerinin öncelikle yerel müzelerde korunması yeni nesillere aktarılması açısından önem taşımaktadır. Yapılacak araştırma ve geliştirme çalışmaları ile turistik ve hediyelik eşya kapsamında değerlendirilmesi ile ülke içinde ve dışında tanıtıma katkı sağlayan bir üretime dönüştürülmelidir. Bu zanaatları yaşatma çabasında halk eğitim merkezlerinde açılacak kursları yaygınlaştırarak ve üniversitelerin ilgili birimlerinde açılacak programlarda ustalardan eğitici olarak yararlanılabilir. Ayrıca bu değerli el sanatını yapan kişi ve kurumlara gerekli desteğin sağlanması, yaşatılması ve gelecek nesillere tanıtılması kültür değerlerimizin korunmasına hizmet edecektir. 
İpek dokumacılığının baş şehri olan bu memleket ipek gibi yumuşak karakterli insanların hoşgörüyle bir arada yaşamasında etken olduğu kanaatindeyim. Pamuğun, keten dokumanın insan psikolojisini ve enerjisini pozitif yönde etkilediğinin yaşayan örneklerini bu yörede bulmak çok zor olmasa gerek. Doğal yaşamdan kopan insan doğal fıtrat ayarından koparıldığında kıyamet kopar. İnsan kalabilmenin özü doğal ürünlerle beslenip doğal üretim dokuma kumaşlardan yapılan pamuk saten, divitim, poplin, basma fistanların insan ayarında kalmaya sunduğu katkı tartışılmaz. Kültürümüzün özü olan Türkülerimize yansıyan “Hey on beşli on beşli, fistan aldım endazesi onyediye” olan kutlu kumaşların varlığına rast gelmek o yıllardan bize kalan miras olarak değerlendiriyorum. 
Ne zaman polyester girdi hayatımıza şirazemiz kaydı.

              İlkler tekler ve kırklar şehri Tokat yine bir ilke imza atarak kumaş tekstil kongresini bu topraklarda düzenleyerek kıvılcım ateşini yeniden yakmış ve büyüyerek Anadolu’yu saran 16 üniversitede ve şehirde bu kongrelerin devamını hedefleyerek bilimin ışığında bu doğal güzelliği  yaşamın her alanında en güzel örnekleri sunarak  bu memleketin yetiştirdiği girişimcilerin ve bilim insanlarının  önderliğinde öncü olmanın onurunu yaşamaktayız. Örnek olarak Özdilek tekstilin hayatımıza kattığı değeri, insanı kıymetlendiren doğal ürünleri ile fark yaratması  insana yakışır kılan bilincin ortaya çıkmasında öncülük yapmaktadır.
Yine yeni Yeniden önce şehrimizde bu bilincin uyanması, sonra ülkemizde ve dünyada bu güzelliğe liderlik etmesi için atılan bu ilk adımın kutlu olmasını diliyor ve tüm katılımcılarımıza başarılar diliyorum. (İpek dokumacılığı, kilim dokumacılığı, kumaş dokumacılığının son ustalarına kulak verilmeli.)
#kumaş#dokuma#ustalar#zenginalacası#kızıkkilim

16 Ağustos 2024 Cuma

ÇOCUKLARIMIZ

 ÇOCUK YALNIZ OYNAMAZ…


Geleneksel toplumda huzurlu ve mutlu bir aile ortamında büyüyen çocuk, önce annesinin ninni ve masalı, sonra babasının fıkra ve şakaları, ardından daha yaşlı aile büyüklerinin kıssa, efsane ve hikâyeleriyle sevgiyi, saygıyı, erdemi, görgüyü ve nihayet onu hayat boyu yalnız bırakmayacak olan bir kültürel birikimin parçası olmayı öğrenir. 


Böyle bir kültürel ortamda geleneksel çocuk oyunları doğal olarak akranla, arkadaşla, ablayla, ağabeyle bir araya gelinerek oynanır. Üç taş, beş taş dokuz taş, on iki taş; saklambaç, saklanpetek, körebe, arakesti; kale, dalya, istop, çelik-çomak; göçürme, kuyu, ceviz, misket gibi yüzlerce geleneksel oyun için en az iki, ortalama sekiz-on kişinin fiziken bir araya gelmesi gerekir.


Böyle bir ortamda çocukların birbirlerini oyuna daveti bile oyun içinde oyundur, eğlencedir: “… papucu yarım; çık dışarıya oynayalım” tekerlemesiyle adını duyan çocuk sokağa koşar. Oyunun biçimine göre kurulması gereken takımlar, eş seçmeler hep bir tartışma, çözüm arama, uzlaşma ve çoğu zaman bir oyun kuralına dönüşen sayışmaca ile gerçekleşir. İlk önce hangi grubun oyuna başlayacağı da ayaklama, adımlama, kur’a çekme, seçilen bir sınamada üstün gelme gibi bir takım yarışmalarla belirlenir ki bunda da herkes mutabıktır. Bütün bunlara razı olup da yenilince oyunbozanlık yapanın, mızıkçılık edenin, zıllıyanın “papucu dama atılır” yani uslanıncaya kadar gelecek oyunlarda adı söylenerek “çık dışarıya oynayalım” daveti yapılmaz. 


Oyunda lider olmak, ebe olmak, yenmek, yenilmek, düşmek, kalkmak, bir grubun mensubu olmak, kazanma stratejileri geliştirmek, kazanana hakkını teslim etmek, kaybedince üzülmek gibi pek çok duygu, durum, davranış ve sonuç tam bir eğitimdir ve bütün bu olaylar ve süreçler çocuğu gerçek hayata hazırlar.


Çocuk daha üç beş yaşında akranlarıyla başlayan oyun çağından itibaren bir grubun mensubu olmanın hazzını duyar, birileriyle kader birliği yapmayı öğrenir, arkadaşlarıyla tekrarladığı zihinsel ve bedensel hareketlerle yalnızlık kaynaklı travmalardan korunur. Böylesi ortamlarda büyüyen çocuklar ne depresyon, ne depresyon ilacı bilir; ne de yeni yeni duymaya başladığımız adları afili bir takım tuhaf hastalıklara yakalanır.


Paldır kültür kentleşmelerin sonucu olan apartman, blok, rezidans kültürü içine doğan; sokağı ve sokak arkadaşlığını ve sokak oyunlarını tanımayan İnternet çağı çocukları, ne yazık ki  her şeyden önce yalnızlığı tanıdı. Bu yalnızlığı da diğer yalnız çocuklarla sanal ortamlarda paylaştı. Başka bir dünya tanımayan, aile içinde muhakemeli bir kültür ortamında büyüyemeyen bu çocuklar depresyonu, obeziteyi, sevgisizliği, paylaşamamayı ve nefreti öğrendi.


Bir dönem toplum analizcileri, kadına yönelik cinayetlerin şehirdekilerini görmezden gelerek, kırsaldaki kadın cinayetlerini  “töre cinayeti” diye adlandırarak ve suçu geleneğe atarak durumu izaha çalıştılar. Ancak zamanla pek çok kadın cinayetinin şehirlerde ve “töre” dışı bağlamlarda işlendiği görülünce “batsın bu töre” söylemleri yetersiz, bu yöndeki teşhisler geçersiz kalmıştı. Şimdi de muhakemeli kültür ortamlarında, akranla, oyunla, sevgiyle büyütülemeyen yalnız çocukların kendilerine ve çevrelerine vermekte oldukları dehşetengiz zararları izah etmek için uzaktan teşhisler konmaktadır. Unutmayalım ki “töre cinayeti” adı, toplum analizcileri için aşağılayıcı veya küçümseyici gibi görünse de katiller bu adlandırmadan kuvvet bularak hâkim karşısına “namusumu temizledim” diye çıktılar. 


Velev ki çevrelerine öldürme kastıyla zarar veren bu çocuklar bireysel anlamda psikiyatri uzmanlarının koyduğu teşhise göre hasta olmuş olsunlar, bu çocuklar bu hastalığa nasıl yakalanıyorlar sorusunun cevabını aramak ve tıbbın diliyle söylenecek olursa “önleyici ve koruyucu hekimlik” yapmak gerekmektedir. Bu da aile, sokak ve okul üçgeninde çocukları geleneğin başardığı şekilde sosyal hayata hazırlamakla mümkün olabilir. Öncelikle ve acil olarak çocukları İnternet bağımlılığından ve zararlı içeriklerden, madde kullanımından ve bağımlılığından, yalnızlık duygusundan, obeziteden, sevgisizlikten koruyarak işe başlanmalıdır. Bunun için aile büyükleri onlarla konuşmalı, dertleşmeli, oyunlar oynamalı, sokakta arkadaşları ile oynamalarını sağlamalı, sofraya birlikte oturmalı, yemekleri sohbet ede ede birlikte yemeli, misafirliğe birlikte gitmeli, misafirleri birlikte ağırlamalı, sorularından veya yaramazlıklarından sıkılında “haydi odana” diye baştan savmamalı, kültür aktarımına özen göstermeli ve iyi anılar biriktirmelerine fırsatlar yaratmalıdır. 


Bütün bunlarsız büyüyen çocuklar ailelerine, çevrelerine, topluma sevgi duymayabilir; yabancılaşabilir. İçine düştükleri bu sevgisizlik, yabancılaşma ve yalnızlık sarmalı içindeki bu çocuklar bir gün bir şekilde “ben buradayım” diyeceklerdir. Düşünülmesi bile korkunç olsa da varsayımsal olarak bu haykırışın çığlığa dönüşmesi ve her evden yükselmesi insanlığın felaketi olacaktır.


Eskiden muhakemeli kültür ortamında büyüyen ancak payına acı, keder veya yoksulluk düşen çocuklar biraz serpilip büyüyünce “ben doğarken ölmüşüm”, “batsın bu dünya”, “giderim bu diyardan” diye sözle ve sanatla ailelerine, çevrelerine veya topluma sitem ederlerdi. Şimdi muhakemesizlik kültüründe ve İnternet ortamlarında öğrendikleri seri cinayet oyunlarıyla büyüyen çocuklar ailelerine, çevrelerine, toplumlarına ve nihayet insanlığa sitemlerini sanatla, müzikle veya taşıt arkalarına yazdıkları veciz söylerle anlatmıyorlar; onlar artık öldürücü ve yok edici silahlarla başka bir dil kullanıyorlar. 


Onların yaptıkları korkunç eylemleri bireysel düzleminde ve sonuç ekseninde hekimler bir takım hastalık adlarıyla tanımlayabilirler. Ancak muhakemesizlik girdabında ve paldır kültür kentleşmeler çağında neyin ihmal edildiği, neyin yanlış yapıldığı önce insanlık âlemi sonra da sosyal bilimciler ve özellikle kültür bilimciler tarafından yeniden düşünülmeli ve tabii sorumlular da özeleştiri vermelidir.

Oğuz Öcal 

DUA

 YAŞLILARIN DUASINI ALIN GENÇLER... 

Herkes uzun yaşamak ister ama kimse yaşlanmak istemez diye bir söz var. Ne kadar doğru öyle değil mi? Uzun yaşama hayalleri kuruyoruz hepimiz ama nedense yaşlılara gereken özeni göstermiyoruz. Sanki hiç yaşlanmayacak gibi hareket ediyoruz. Ömrümüz varsa tabi. 

Yaşlılarla ilgili konuları sık sık ele alıyorum, yeniden almak istedim. Madeni cevher diyorum ben yaşlı insanlara. Her anlamda hepsi birer cevherler çünkü. Yaşanmışlıkları ile tecrübeleri ile hayattan aldıkları darbeleri ile yenilmeyişleri ile mücadeleleri ile. 

Eli öpülesi insanlar yaşlılar. Bizim çocukluk dönemimizin yaşlılarını hatırlıyorum. Son dönemin popüler kelimesi “Organiği” onlar için kesinlikle kıllanabilirim. O kadar saf o kadar bozulmamış o kadar tertemizdi ki o insanlar. Rahmetli anneannemi hatırlıyorum. Yaptığı yardımı sağda solda asla anlatmazdı. Ben üniversiteye giderken bana da çok yardım etmiştir. O kadar ince düşünceli davranırdı ki… Bana her harçlık verdiğinde kimseye göstermeden gizli gizli elime tutuştururdu. Hayran kalırdım o ince ruhuna.

Sanayide bir Ali amcamız vardı. “Senin düğününde kırk kova su taşıyacağım” derdi bana. Eskiden düğünlerde su olmazmış su çok kıymetliymiş. Su taşırlarmış kova kova düğünlerde. Ali amca da o kadar güzel bir samimiyetle söylerdi ki…

Geçen yaşlı bir teyzeyi ameliyat ettim. Durumu hakikaten çok ciddiydi, hayati tehlikesi vardı, şuuru yoktu. Kurtuldu çok şükür. Damadı çok güzel bir şey söyledi:” Annelerin duası bize yeter hocam” dedi. Ana, baba, yaşlı duası almak o kadar önemli ki… Tabi bu duayı almak yaşlıya saygı duymaktan geçer. 

Rahmetli babam bana “Nerede büyük görürsen elini öp, duasını al” derdi. Şimdi ben de çocuklarıma aynı şeyi söylüyorum. Ben rahmetli babamın, anamın, dedemin, dayımın, anneannemin dualarını aldım siz de benim dualarımı alın diyorum. Annemin yoğun bakımda konuşamazken nasıl ellerini havaya kaldırıp bana dua ettiğini anlatıyorum çocuklara. 

Biz Türk milleti olarak ataerkil bir toplumuz. Anamıza babamıza çok düşkünüz. Durum günümüzde değişiyor artık gençler özgürlükçülüğü anneden babadan uzak olmak sanıyor ama öyle değil. Ben kocaman olmuştum ama anneannem ne zaman gelse yanıma, kucağına uzanır saçımı kaşıtırdım. Rahmetli dedemi ne zaman görsem bize dua etmesini isterdim. Şimdi nerede yaşlı görsem gönlünü hoş edip duasını almak için çabalıyorum. Çünkü duanın gücüne çok inanıyorum özellikle de yaşlıların dualarının kabul olduğuna inanıyorum. O yüzden hep ameliyatlardan önce “dualarınızı eksik etmeyin” diyorum. 

Gençlere de bu anlamda daha duyarlı olmalarını tavsiye ediyorum. Görmezden gelmeyin yaşlıları. Özellikle sokakta, toplu taşıma aracında ya da bir banka kuyruğunda. Varsın yerinizi verin, sıranızı verin… Emin olun alacağın bir hayır, dua hayatınızı değiştirebilir. 

Öğrenciyken toplu taşıma araçlarını çok kullandım. Otobüste yaşlı ya da çocuklu birini görsem asla oturamazdım, utanırdım. Hemen yer verirdim. Şimdi bakıyorum toplu taşıma araçlarında kimsenin umurunda değil yaşlısı, hastası, çocuklusu… Herkes havaya bakıyor, elindeki telefonla oynuyor, uyuyor taklidi yapıyor, görmezlikten geliyor… Artık büyük küçük diye bir şey kalmamış.

Oysa andımızda ne diyordu?

Türküm, doğruyum, çalışkanım.

İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.

İlkelerimizi, ülkümüzü, gelenek ve göreneklerimizi her daim hatırlamamız ve bir an önce fabrika ayarlarımıza geri dönmemiz umudu ile kalın sağlıcakla…

Prof Dr. Yusuf Kalko

DiL YOZLAŞMASI

 Dilimizin Yabancılaşması 

Batı Kavramlarını Benimseyip Doğu Kavramlarına Düşman Olmanın Tarihî ve Kültürel Arka Planı"

Diller, toplumsal ve kültürel dinamiklerin en belirgin yansımalarından biridir. Toplumlar, dil yoluyla kimliklerini inşa eder, korur ve geleceğe taşır. Bu nedenle, bir dilin içeriği, yalnızca o toplumun geçmişi hakkında bilgi vermekle kalmaz; aynı zamanda mevcut kültürel tercihlerini ve kimlik algısını da ortaya koyar. Türkiye'de dilin yabancı kökenli kelimelerden arındırılması üzerine yapılan tartışmalar, bu bağlamda oldukça dikkat çekicidir. Ancak, dilimize yerleşmiş Latin kökenli kelimelere hoşgörü gösterilirken, Arapça ve Farsça kökenli kelimelere düşmanlık beslenmesi, bu sürecin çelişkili bir tarafını gözler önüne seriyor.

Batı kökenli kavramlar dilimize nüfuz ederken, neden Doğu kökenli kavramlar dışlanıyor? Bu sorunun cevabı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Türkiye’de gerçekleştirilen modernleşme hareketlerinde gizlidir. Osmanlı döneminde dilimiz, Arapça ve Farsça kökenli kelimelerle oldukça zenginleşmişti. Ancak Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte başlatılan dil devrimi, Batı’ya yönelmenin bir simgesi haline geldi. Bu bağlamda, Türk dilini Arapça ve Farsça kökenli kelimelerden arındırma çabası, sadece bir dil reformu olarak değil, aynı zamanda Batı’ya yönelme ve Doğu’dan kopma çabasının bir parçası olarak değerlendirilebilir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında dil reformları, Latin alfabesine geçiş ve Osmanlıcanın sadeleştirilmesi gibi uygulamalarla hız kazandı. Bu süreçte, özellikle Arapça ve Farsça kökenli kelimeler dilimizden çıkarılmaya çalışıldı. Ancak aynı zamanda Batı kökenli kavramlar dilimize büyük bir hızla girdi ve kabul gördü. Bu durum, aslında sadece dilde değil, zihin dünyasında da bir yabancılaşmanın göstergesiydi. Dil devrimini gerçekleştirenler, Batı’yı modernitenin ve ilerlemenin sembolü olarak görmüşlerdi. Bu nedenle, Batı kökenli kavramlar kabul edilirken, Doğu kökenli kavramlar modernliğe engel olarak algılandı.

Ancak bu süreç, ciddi bir kültürel çelişki doğurdu. Türkiye’deki dil politikaları, Batı kökenli kelimeleri "yerli" olarak kabul ederken, Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri yabancı addedip dışlamayı tercih etti. Bu tutum, bir yandan Osmanlı mirasına karşı bir tavır alırken, diğer yandan Batı hayranlığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bir toplumun dilini zenginleştiren etkileşimler, bir yandan dışlanırken diğer yandan kucaklandı; bu da dilimizin zenginliğini kaybetmesine neden oldu.

Örneğin, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olan "antrepo", "antre", "garderop", "manifesto", "blanço" gibi kelimeler, köken olarak Latin dillerinden gelmekte ve günlük yaşamımızda yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Ancak, bu kelimelere karşı bir tepki gösterilmezken, dilimizde yüzyıllardır var olan ve kültürümüzle iç içe geçmiş Arapça ve Farsça kelimelere karşı gösterilen düşmanlık, dildeki yabancılaşmanın boyutlarını ortaya koyuyor.


Dil reformları, bir ulusun kimliğini ve bağımsızlığını yeniden inşa etme çabası olarak değerlendirilebilir. Ancak, bu çaba, bir yönüyle dilin ve kültürün kendi iç dinamiklerini göz ardı ederek, dışlayıcı bir şekilde yürütüldü. Bu dışlayıcı tavır, toplumda köklü bir kültürel ve dilsel kopuşa yol açtı. Batı’ya öykünme ve Doğu’dan uzaklaşma arzusu, dilimizdeki zenginliği azaltırken, aynı zamanda kültürel kimliğimizi de zayıflattı.

Dilimize yabancı kelimelerin girişini ve bu kelimelere karşı tutumumuzu anlamak için, bu kelimelerin hangi sosyal ve kültürel koşullarda benimsendiğine de bakmak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde dilimize giren Arapça ve Farsça kelimeler, çoğunlukla İslami kültürün ve medeniyetin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Bu kelimeler, dilimize bir zenginlik katarken, aynı zamanda bir kimlik inşası sürecine de hizmet etmiştir. Ancak Cumhuriyet döneminde bu kelimelere karşı takınılan tavır, İslam medeniyetinden kopma isteğinin bir yansıması olarak görülmelidir.

Öte yandan, Batı kökenli kelimelerin benimsenmesi, Batı'nın bilim, teknoloji ve kültürel üstünlüğüne duyulan hayranlıkla açıklanabilir. Bu kelimeler, modernleşmenin ve ilerlemenin sembolü olarak algılanmış ve dolayısıyla dilimize hızlı bir şekilde entegre edilmiştir. Ancak bu entegrasyon, dildeki zenginliğin tek taraflı bir şekilde gelişmesine yol açmış ve dilin doğuştan sahip olduğu çeşitlilik kaybolmuştur.


Bahadır Hataylı/17.08.2024/04.10/SANCAKTEPE/İST