30 Aralık 2024 Pazartesi

Yeni Yıl

 YENİ YILINI ARAYAN KÜLTÜR...


Yüzünü kâh Batı’ya, kâh Doğu’ya dönen sanayileşme çağının yeni Türk kenti, eski kentin ve köyün yüzyıllar, bin yıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktardığı kültürü yokmuş, hiç var olmamış da eşten dosttan, konudan komşudan bir şeyler öğrenilip uygulanması gerekiyormuş gibi bir düşünce tarzı sergiliyor.


Oysaki 1300 yıl önce Bilge Tonyukuk hangi dilde bengü taş dikmişse, Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacip 950, Hoca Ahmet Yesevi 850, Hacı Bektaş Veli 800, Yunus Emre 700, Ali Şir Nevai 600 yıl önce hangi dille felsefe ve sanat yapmışsa biz de bugün aynı dille konuşuyoruz. Bütün lehçelere, şivelere, ağızlara, doğal veya zorla yapılan değişim ve dönüşümlere rağmen nasıl ki bu dilin adı “Türk dili” ise; bu dille ve sayısız eserle, birikimle, deneyimle bugüne gelen kültürün adı da “Türk kültürü”dür.


İslam dinini kabul eden Türkler, Karahanlı’dan Osmanlı’ya irili ufaklı onlarca devlet kurmamış, bin yıl boyunca bu medeniyetin bayraktarlığını yapmamış gibi insanlığa emanet ettiği tarihî eserleri, kaleleri, türbeleri ve camileri yok eden aşırılıklar, vandallıklar yetmez gibi birileri de kalkıyor “ur-formik” yeni yıl arayışlarıyla sözlü kültür kodlarını hiçe sayıyor.


Bu yeni köken arayıcılarına göre, Türklerin en eski yılbaşı günü 21 Aralık civarındaymış ve diğer kültürler bunu Türklerden öğrenmiş. Bu ilginç iddianın dayanakları ve kanıtları nedir diye bakıyorsunuz, karşınıza döngüsel takvimde ve sözlü kültürde rastlanmayan “Nardugan” ve Ayaz Ata gibi “fake” yılbaşı tezleri veya ağaçlarla ilgili inanmalar çıkıyor. 


Türkler Kuzey Yarımkürenin Büyük Bozkır’ında var olmuşlar,  kültürlerini ve hayatlarını burada şekillendirmişlerdir. Bir yılı, on iki ayı, 365 günü kapsayan, hayatlarını kolaylaştıran ve anlam kazandıran döngüsel takvimdeki bütün bilgileri ya kendileri bulmuşlar ya da çevrelerinden öğrenmişlerdir. Bu uygulamaları izah eden ve sanata dönüştüren mitler, destanlar yaratmışlardır.


Geceyle gündüzün baharı müjdeleyen Nevruz’da eşitlendiğini bilen bir kültürün, bu eşitlenmenin 23 Eylül’de kışın habercisi olarak tekrarlandığını bilmemesi mümkün müdür? Eşitlenmeyle ilgili böyle bir bilgiye sahip olan bir kültürün 21 Aralık’ta gecenin, 21 Haziran’da gündüzün en uzun olduğunu öğrenmemiş olması düşünülebilir mi? Eminim ki karakışın aman vermediği dağlara bakılarak söylenen “şu uzun gecenin gecesi olsam” türküsü ve “şeb-i yelda” sözü aynı takvim bilgisine işaret etmektedir.


Öte yandan “bütün bu bilgileri ilk önce Türkler üretmiştir” demenin de belge düzeyinde izlenebilir kanıtları yoktur. Esasen yazı ve söz sürekliliğiyle desteklenmeyen konulardaki “ilk bulan, ilk yapan” gibi hükümlerin sözlü kültürü yaşatan halktan ziyade “folk-love” duygusuyla hareket eden aydınlar tarafından üretilmiş olması muhtemeldir.


İşin uzmanlarının sözlü kültüre dayalı birikimde gördüğü ve tarihî kaynakları yorumlayarak ortaya koyduğu bilgilere göre Türkler, “yeni yıl” fikrini karların eridiği, göçmen kuşların geldiği, tabiatın yeşerdiği bahar mevsimine göre oluşturmuşlardır. 15 Şubat Hızır Cemi, Cemreler, Çarşambalar, Ergenekon ve Nevruz mitleri ile bütünleştirdikleri bu fikre “ilk önce” kendileri mi ulaşmışlar, başkalarından mı esinlenmişler tartışması da “ur-formik”, dolayısıyla sonuçsuzdur. Ayrıca “kültür sözle, tarih yazıyla başlar” hükmünce, yazı öncesine ait bir olgunun ilk biçimini yazı yoluyla belirlemeye çalışmanın anakronik çıkmazlarını halk anlatıları ve varyantlar üzerine çalışanlar iyi bilir.


Kuzey Yarımkürede çok geniş bir coğrafyada yaşayan Türklerin kültüründe “bahar” ile “yeni yılın başlangıcı” arasında kurulan ilişki;  “Nevruz”, Ergenekon”, “Isıah”, “Hıdırellez”, “Saban Toy” gibi yeni yıl kutlamaları, bunlarla ilgili mitler ve ritüellerde varlığını sürdürmektedir. 


Boz Atlı Hızır veya Hazret-i Hızır’ın müjdesiyle açlıktan tokluğa, yokluktan varlığa, soğuktan sıcağa, karanlıktan aydınlığa kısacası kara kıştan yeşil bahara girildiğine ve bayram yapıldığına dair sözlü kültür tanıkları, yazılı kültür belgeleri, arkeoloji bulguları ortadadır.


En uzun gecenin yaşandığı 21 Aralık’tan Cemrelere kadar yeryüzünü kasıp kavurduğuna inanılan kötülük güçlerini, sembollerini, karakoncolosları koruyup kollayan “Zemheri”nin girişi, sözlü kültürde “yeni yıl” olarak görülmemiştir. Türk sözlü kültüründe “Karakış” ve “Zemheri” ayları ile ilgili anlatılara da bu açıdan bakmak gerekir. “Ayaz Ata” etrafında anlatılanların tarihî ve kültürel kökleri yoktur. Ayaz Ata, Rusça “Ded moroz” kelimesinin yakın zamanda yapılan çevirisidir. Türk dünyasındaki kayıtlar ve kaynaklar da bunu doğruluyor.


Kaldı ki Noel Baba’ya rakip olsun diye üretilen böylesi köksüz, mitsiz ve ritsiz uygulamaları benimsetmek ve yaşatmak mümkün olmadığı için her yıl sosyal medyada yeni figürler, yeni kahramanlar ortaya çıkıyor. Bir dönem “onların Noel Baba’sı varsa bizim de Nasreddin Hocamız var” sözü modaydı. İkisi kıyaslanır, Hoca’nın üstün olduğuna hükmedilirdi. Burada anlatı türü olarak “mit” ile “fıkra” karşılaştırıldığı için açıkça belliydi ki bu hikâye tutmazdı. Sonra bir ara Dede Korkut’tan yardım istendi. O da “destan” söylüyor, kahramanları ve kahramanlıkları anlatıyordu. Şimdi tarihte olmayan “fake” bir kahraman bulundu: “Ayaz Ata ve Kızı”...  


Bir toplumun sözlü kültürünün “yaşayan kültür” olarak varlığı, “kuşaktan kuşağa aktarım” ile ilgilidir. Yani torunun uyguladığını baba, ondan önce dede ve nihayet dedenin dedesi uygulamış mı sorusuna kültür olumlu cevap veriyorsa, o şey her ne ise artık o kültüre aittir.


Kaldı ki Batılılaşma rüzgârlarının güçlü estiği Tanzimat Döneminde Osmanlı Devleti, Miladi 13 Mart 1840’ta Julyen esaslı Rumi takvimi kabul etmiş ve bir anlamda On İki Hayvanlı Takvim, Nevruz ve Celali Takvim geleneklerini koruyarak “1 Mart”ı yılbaşı ilan etmişti.  Rumî takvimle Hicri takvim, bir süre birlikte kullanılmış, 1870’ten sonra mali işlerde tamamen Rumî takvim tercih edilmiştir. 1980'lere kadar gelen "mali yıl" uygulaması da bunun devamıdır.

 

Bugün yılbaşı olarak resmen benimsediğimiz 31 Aralık, Gregoryen temelli Miladi takvimdir ve Türkiye tarafından1926’dan sonra kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle Birleşmiş Milletlerin kuruluşundan sonra bütün dünyada yaygın kullanımıyla 21 Aralık’taki “en uzun gece” veya “25 Aralık’taki “Noel”den mitik ve dinî anlamda uzaklaşarak “lâ-dinî”, popüler ve küresel yeni bir kültüre dönüşmüştür.  


Bununla birlikte kitle kültürü veya popüler kültür dediğimiz alanı boş bırakmayan kültür endüstrisi aktörleri, yaratıcılıklarını başta Noel Baba olmak üzere kendi kültürlerinden yana kullanmaya devam ediyor ve yeni yılın etrafını kendi mit, rit ve pratikleriyle örüyor. Öte yandan Nevruz, Hıdırellez gibi pek çok diğer yeni yıl kutlaması,  UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Miras Listelerinde “insanlığın ortak mirası” olarak koruma altına alınsa da yerelden ulusala veya bölgeselden küresele geçemiyor. 


Sürekliliğini koruyan sözlü kültürlerin en özgün ve güçlü yönlerinden biri de eskiyen gün ve bayramların ritüel ve uygulamalarını yeni günlere aktarmasıdır. Bu konuda Türk kültürü iyi bir örnektir. Mesela Nevruz ve Hıdırellez üzerinden bakıldığında bir yeni yıl müjdecisi olan Boz Atlı Hızır veya Hazret-i Hızır’ın güçlü ve belirleyici varlığının kültürel devamlılık içinde karşımıza çıktığını hatırlamak gerekir. 


Türk aydını ve kültür endüstrisi, enerjisini ve vaktini “Nardugan” veya “Ayaz Ata” gibi “fake” konulara vermek yerine insanlığın kültürel çeşitliliği ve zenginliği esprisiyle 31 Aralıktaki yeni yılla ilgili yaratıcılık, tasarım ve ilham kaynakları arasına uçan atı ile kaftan kafa yeten, isminin anıldığı her yerde hazır olan Boz Atlı Hızır’ı almalıdır.

Oğuz öcal

Değerli Hocam, Nardugan bayramı üzerine çeşitli yazılar yazanlardan biri de benim. Her görüşe saygım vardır. Çok hassas ve önemli bir konuya değinmişsiniz teşekkür ederim. 

Bu konuda şu görüşlerimi beyan edip izniizle bir önerid bulunacağım:


Türkler tarih sayfalarında yer almaya başladıkları binlerce yıl önceki ilk dönemlerden beri yeni yılı ve yılbaşını Akçam ağaçlarını süsleyerek, ateş yakararak ve dans ederek kutlamışlardır. Bu özel güne “Nardugan Bayramı” adı verilmiştir. Nardugan Bayramı farklı Türk topluluklarında “Nardugan”, “Mardugan”, “Raştua”, “Koyaş Tuğa”, “Nartavan”, “Nartukan”, “Nardava”, “Nardvan” gibi çeşitli biçimlerde  adlandırılmıştır.

Nardugan, Türklerde Güneş'in Doğuşu anlamına gelen ve Ön Türkler'deki atalar kültü döneminden günümüze kadar Orta Asya coğrafyasında Güneş kültü adına kutlanan önemli bir bayramdır. 

Her yıl 22 Aralık'tan sonra gelen ilk dolunayda kutlanır. Bunun nedeni ise Türklerin eski inanışına göre tıpkı Mısır mitolojisinde olduğu gibi gece ile gündüz sürekli savaşırlar.  21 Aralık günü en uzun gecedir ve ardından Güneş daha çok görünmeye başlar, günler uzar.  Bu yüzden Türklerce Ay yılı esasına dayalı olarak 22 Aralık gününü takiben ilk dolunayın çıktığı gün yeni yılın ilk günüdür.

Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı  Noel bayramı, İsa’dan önce  çok eski zamanlarda Türklerin yeniden doğuş bayramıdır. 

Türklerin kutladığı, Türk ve Altay halk kültüründe bereket töreni olan Paktıgan ve Türk ve Altay halk kültüründe bünyesinde koç katımı uygulamalarını da bulunduran Koçagan bayramlarıyla da uyumlu olan Nardugan'ın, gündönümüne dayalı bayramlarla birlikte üçlü bir yapının parçası olduğu görülmektedir.

Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı vardır.  Bu ağaca  hayat ağacı denmektedir. Türkler için büyük bir önem taşıyan  bu hayat ağacı,  Orta Asya’da olduğu gibi  Anadolu’da da motif olarak  bütün halı, kilim, nazarlık,  kırlent vb. işlemelerimizde görülmektedir. Çeşme başlarında, çinilerde ve Türk kültürünün önemli tarihi belgelerinde karşımıza çıkmaktadır. 

Çam Ağacı, ilk çağlardan itibaren Türkler için mukaddes ağaç sayılmıştır. Onun şerefine, insanların putlara taptıkları zamanlarda 3-4 bin yıl önce bayramlar düzenlemişlerdir.

Anadolu’da “Dağların kadısı katran, müftüsü çamdır” diye bir söz vardır. Bu sözle Tanrı’nın kutlu ağacı çam insanlara dini öğreten müftü ile sembolleştirilmiştir. 

Altay destanlarında çam ağacı, yeniden dirilişi, esenliği sembolize eder.  Yıllardır,  Hıristiyan  adeti olarak görülen çam süsleme geleneği de, aslında bizim Atalarımızdan miras kalmış önemli bir geleneğimizdir.  Tüm Türkler, ölümsüzlüğün simgesi olarak kabul ettikleri ve Türk Mitolojisi'ne göre tüm insanların türediği ağaç olan Akçaçam Ağaçları'nı süsler ve bu ağaçların altında, çevresinde geleneksel oyunlar oynar, kopuz eşliğinde şarkılar söyler ve eğlenceler düzenlerlerdi.

Orta Asya’daki Türk inançlarına göre, Yeni yıl dediğimiz Nardugan  Bayramı eş, dost, akraba gibi yakınlarla bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır ve yeni gün uğur getirir. 

Bu bayram için herkes evlerini temizler ve güzel giysiler giyinir.  Yalnızca Orta Asya’da yetişen akçam ağacının çevresinde ise türlü çeşit şarkı söylerler ve eğlenceli oyunlar oynarlardı. 

Batılılar, İsa’nın doğum gününü,  25 Aralık olarak gösterip,  Christmas  yani Noel adı ile özünde doğa sevgisi ve eğlence yatan Pagan anlayışını birleştirip Noel adı ile dünyaya yaymışlardır.  

Noel Baba’ya kırmızı beyaz tulum giydirilmesi ise  ticari amaçla reklam için  Coco Cola  adına reklam afişleri hazırlayan Haddon Sundblum’un yaptığı uydurma bir eylemdir.   

Türklerde güneş çok önemlidir.  Türklerin inançlarına göre 22 Aralık tarihinde Gece ile Gündüzün tüm gece süren savaşının ardından kazanan Güneş olur.  Bu zafere de Nardugan  yani Doğan Güneş denir.

Binlerce yıldan beri birçok kültürde nar, bolluk ve bereket simgesi olarak kullanılmıştır.

Doğu Akdeniz, Mezopotamya, İran, Urartu ve Ege kültürlerinde, edebi kaynaklarda sıkça sözü geçen ve sembolik önemi ön plana çıkan nar doğum, ölüm, hayat, bereket ve bolluğu simgeler.  

Antik Mısır’da ölüler, ikinci yaşamın umuduyla, narla birlikte gömülmüşlerdir. 

Halk kültüründe Nar güneş anlamına da gelir. Tugan ise doğandır.  Birleşimi de “Doğan Güneş”’tir. Bu zaferi Türkler, Akçamın  yani Hayat Ağacı’nın altında şenliklerle kutlamışlardır.

Orta Asya’daki Türk kavimleri 25 Aralıkta gün uzadığından  Tanrıya şükür için akçam ağacını süslemiş ve altlarında Tanrıya hediyeler koymuşlar ve gelecek sene için dileklerini  tıpkı Hıdrellezde ev araba şekli yapıldığı gibi  ağacın altına çizip bırakmışlardır. Bu ağaç kültü  Türkler’den Hristiyan kültürüne, Hunların Avrupa’ya göçmeleri sayesinde geçmiştir. 

Altay Türkleri, duaları Tanrı’ya ulaşsın diye de Hayat Ağacı’nın altına hediyeler bırakmışlar, hayat ağacını süslemişlerdir. Bu gün yılbaşı ağacı diye çam dallarının süslenmesi bu geleneğin uzantısıdır.  Bu adetler Türkler yoluyla Avrupaya geçmiştir.  Noelle falan ilgisi yoktur.  

Avrupaya giden Hunlar adetlerini orada devam ettirince batılılar da onlardan görerek kendileri de yapmaya başlamışlardır. 

İznik konsülünde bu adeti İsa'nın doğuşu olarak kabul edelim demişler ve Hıristiyanlar kendileri de kutlamaya başlamışlardır. İsa’nın doğumu ile hiç bir ilgisi yoktur.  İsanın doğumu 6 ocaktır. 25 Aralık'ın ise Hıristiyanlar için bir kutsallığı olmadığı gibi 31 Aralık’ın da ilgisi yoktur.  

İsa doğduktan sekiz gün sonra yahudi geleneklerine göre sünnet edilmiştir. Kilise bu günü yılın başladığı gün olarak belirlemiştir. Bazı kiliselerde 1 Ocak günü bu sünneti anma ayinleri yapılır. Ermeni kilisesine göre yılbaşı 13 ocaktır.

Başkurtçada Ayaz Ata “Kış Babası” olarak yer alır. Torunu ise “Kar Güzeli” adıyla anılır. Tatar kültüründe “Kış Babası”, torunu ise Kar Kızı  olarak bilinir.

Ayaz Ata  ülkemizde pek bilinmese de  kültürümüzün önemli bir parçası olan bu gelenek   Kazakistan,  Kırgızistan,  Özbekistan, Türkmenistan   gibi devletlerde hâlâ kutlanmaktadır.

Görüşümüz doğrultusunda  beyanda bulunanların ifadelerinin: 

               [ “Ayaz Ata tarihi geçmişi 10 bin yıla uzanan proto Türk topluluklarında Yel Ana olarak anılırdı. Çünkü o dönemki Türkler ana erkil bir topluluktu. Ataerkil dönemle birlikte Yel Ana’ya Yel Ata denilmeye başlandı. Zaman içerisinde Ayaz Ata ismi verildi.” (Özkul Çobanoğlu);

“Kadim Türkler, güneşin zaferini ve yeniden doğuşunu, büyük şenliklerle ‘Akçam Ağacı’ altında kutlardı. Nardugan olarak bilinen bu bayram, Hunlar tarafından Avrupa’ya taşındı. Hristiyanlar, Nardugan törenini İsa’nın doğumuyla ilişkilendirip Noel adıyla kutlamaya başladı.” (Muazzez İlmiye Çığ)  

“Türkler’in  yeniden doğuş bayramı Nardugan’dır.” (Prof. Dr. Nurullah Çetin)]

, "Türkler, milattan önceki yüzyıllarda bile yıl döngüsü olarak kabul edilen 21 Aralık gününü törenlerle kutlamıştır. Türk kültüründeki Ayaz Ata geleneği, Hristiyanlık'taki Noel Baba veya Ruslardaki Ded Maroz mitolojisiyle ilgili değil, tam tersi onlardan çok eskiye dayanan mitolojik bir gelenektir."  (Prof. Dr. Salih Yılmaz) deyişlerinin bizim dile getirdiğimiz konulara paralellik gösterişi bilim aleminin de ortak  görüşte olduğunun işaretidir. Ünlü yazar Cengiz Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" adlı romanında Ayaz Ata geleneği Türklerin mitolojik kahramanı olarak işlenmiştir.

Oldukça hassas ve önemli olan bu konuyu Üniversitelerimize Türk Dünyasından gelen öğrencilere tez ya da araştırma konusu yaptırılmasını,  sonuçların  araştırmacıların ve Türk halkının bilgilerine sunulmasını öneriyor,  yeni yılın tüm insanlığa uğur getirmesini diliyorum.

Mehmet Yardımcı 

11 Kasım 2024 Pazartesi

UstaÇocuk

USTA ÇOCUK


Bir varmış Pir varmış diye başlar bizim masallarımız. Bu çağda yaşayan efsanelerin gerçek hikayelerinin masal tadında anlatımıyla imbikten süzülen özden ilham alır, Pirin önderliğinde yola revan oluruz. 


Annesi Elif’e seslendi. ‘’Sofra hazır herkesi yemeğe bekliyorum.’’ Babası, anneannesi, dedesi, annesi ve Elif sofraya hep birlikte oturdular ve yemeklerini yediler. 


Elif’in dikkatini masa örtüsünün desenleri çekti. Kumaşa dokunarak renklerini ve desenlerini incelemeye başladı. Anneannesine masa örtüsündeki çiçeğin adını sordu. Anneannesi “Elvan deseni”dedi. Elif ilk kez duymuştu Elvan deseninin  adını. Tahta baskı ile ayrı renklerde basılan çiçeğin kokusunu çok   Çok merak etti. 

Anneannesi annesinin çehizine yaptığı bu masa örtüsündeki Elvan desenini Elif’e anlattı. ‘’Masa örtüsündeki çiçeğinin renkleri çok güzel.’’ dedi Elif. 

Masada annesinin yaptığı baklalı dolmayı yedi ve gendime çorbasını sıcak sıcak içti. Karnı doyduktan sonra masadan kalktı. Annesine teşekkür etti. ‘’Ellerine sağlık annecim yemeklerin çok lezzetli olmuş.’’ dedi. Annesi, ’’afiyet bal şeker olsun kızım.’’ dedi. Ellerini yıkadı, odasına gitti. Yarım kalan ödevlerini tamamladıktan sonra çantasını hazırladı. Biraz kitap okuduktan sonra erkenden yattı. Yarın okula gidecekti. Öğretmeni şehir müzesini gezmeye götüreceği için çok heyecanlıydı. Sabahleyin annesinin sesiyle uyandı. Elini yüzünü yıkadı, kahvaltısını yaptı, sütünü içti, taze haşlanmış yumurtasını yedi. Babası arabasıyla Elif’i okula bıraktı. Elif sınıfa girdiğinde bütün arkadaşları gelmiş öğretmenlerinin sınıfa gelmesini bekliyorlardı. Nihayet öğretmenler zili çaldı, biraz sonra öğretmen sınıfa girdi. ‘’Çocuklar günaydın.’’ dedi. ‘’Sınıf yoklamasını aldıktan sonra servislerle şehir müzesine gideceğiz ve orada şehrimize ait zanaatları, ustaların ağzından dinleyeceğiz.’’ dedi. Çocuklara ‘’Heyecanlı mısınız?’’ diye sordu. Çocuklar hep bir ağızdan ‘’evet, çok heyecanlıyız.’’ dediler, ilk defa bir müze gezeceklerdi. Servisler geldi, çocuklar bindi. Açık hava müzesi gibi olan Sulusokak Akademisinin merkezinde bulunan, Şehir Müzesinin önünde indiler. İkişerli sıra halinde müzeye girdiler. Elif hayretle etrafına baktı. Müzenin girişinde sağ  tarafındaki siyah beyaz resimler pek dikkatini çekmedi. O sırada öğretmen ‘’Çocuklar alt kata iniyoruz, sırayı bozmadan yürüyelim.’’ dedi ve ekledi ‘’Bir çok ustanın ve zanaatların bulunduğu bölüm alt katta.’’ Merdivenlerin tam karşısında deri ustasının maketi vardı. Şehir müzesinin rehberi derinin kullanıldığı yerleri şöyle bir sıraladı. “Çok eski zamanlarda aynalı Çarık yapımında kullanılmış. Eğer, hamut, çanta, ayakkabı ve son teknoloji ile tekstil alanında kullanılmış.” dedi. Biraz daha ileriye doğru gittiklerinde rengarenk yazma ve sofra bezlerinin sergilendiği bölümde tahta baskı yapan ustanın maketiyle karşılaşınca Elif’in gözleri Işıl Işıl ışıldadı. Renklerin güzelliğine ve desenlere baktığında müzede sergilenen örtünün çiçek desenini, annesinin masa örtüsündeki desenle aynı olduğunu gördü. Hemen öğretmenine Elvan kalıbını anlattı. Müzede çocuklar için ayrılmış özel bölümde ustanın yardımıyla çocuklar tek tek baskı yaptılar. Elif kalıbı eline aldığında çok heyecanlandı. Kendi seçtiği Atatürk Kocatepe’de kalıbını beyaz tişörtün üzerine kendisi bastı. Yumrukla kalıbın üzerine vurunca Atatürk deseni çok güzel eksiksiz bir baskı ile tişörte geçti. Elif kalıbı kaldırdığında gördüğü resme hayranlıkla baktı. Çok mutlu oldu. Çengel köy deseni ve elmalı yazmayı ilk defa gördü. Hikayelerini dinledi, müze gezisi bitince okula geri döndüler. Akşam eve gidince müzede gördüklerini ve baskılı tişörtünü ailesine gösterdi. Akşam yemeğinde sofrada anneannesine ve annesine müzede gördüklerini bir bir anlattı. Elif resim çizmesini çok seviyordu. Aradan yıllar geçti ve Elif’in bu sevgisi azalmadan devam etti önce Lisede resim yarışmalarında derece aldı. Sonrasında yine dereceyle girdiği üniversitesi Mimar Sinan Mimarlık Fakültesinde okumaya başladı. İşinin Piri olan Üniversiteden Hocası Elif’in çizimlerini çok beğeniyor ve ‘’Elif bu çizimlerini moda tekstil alanında kullanırsan çok başarılı bir modacı tasarımcı olabilirsin.’’ diyordu. Aklında hep çocukken masanın üstünde gördüğü çiçek resmi ve şehir müzesinde gezerken öğrendiği baskı yazma ustalığı vardı. Üniversite hocasını söyledikleri kulağına küpe yapmıştı. Okulunu bitirdikten sonra bir ustanın yanına çırak olarak girdi ve ıhlamur ağacından kalıp oymasını öğrendi. Daha sonra kumaş üzerine baskı yapmasını öğrendi. Elifin el becerisi çok güzeldi. Ustası Elif’e ‘’Bu dünyada her bir insanın, her bir hayvanın, her bir bitkinin doğuştan getirdiği tek bir yaşam amacı vardır. Kendini gerçekleştirmek. Sen de bu işi severek yaptığın  için çok çabuk öğreniyorsun. Biliyor musun Elif: Bir ustanın çırağa karşı en büyük görevi çırağın kalbinde yatan bir usta olduğunu ona hatırlatmaktır’’dedi. Elif 26 yaşında  aldığı eğitimlerle yeteneklerini geliştirdi. Kendine inanarak kurduğu atölyesinde yöresinde dokunan kumaşlara baskı yaparak otantik ürünler üretiyor ve ürünlerini tüm dünyaya e-ticaret üzerinden pazarlıyordu. Ürünlerin kalitesinden memnun olan müşterileri sayfasının altına yorum yapıyorlar ve bu yorumları okuyan müşteriler alışveriş yaparak memnuniyetlerini dile getiriyorlardı. Ahşap iki katlı toprak eski bir evde 100 metre karelik atölyesinde iki kişi ile yaptıkları üretimlerine canla başla gece gündüz çalışarak yetiştirmeye çalışıyorlardı. Danimarka başbakanı olan kadın siyasetçi Mette Frederiksen sitelerinden eli belinde motifli fular aldığında çok mutlu oldu. Gücünü kendinden alan kadın motifi genç kızlar arasında çok rağbet görüyordu. Bu motifin hikayesini ve anlamını küçük bir kartla müşterilerine sunarak aldıkları şalın ne kadar kıymetli ve anlamlı olduğunu vurguluyorlardı. Elif en çok desenin ortasındaki papatyayı çok seviyordu. Papatya ona mütevaziliği ve alçak gönüllülüğü hatırlatıyordu. Papatyanın yaprakları saf temiz kırk kadını temsil ederken  güneşten aldıkları ziya ile parlayan ve bulunduğu yere ışık olan öncü lider kadınları simgeliyordu. Bu simgeyi boynunda taşımak ona da güç veriyordu. İnancından vazgeçmeyerek üretmeye devam eden Elif milyon takipçisi ile tüm dünyaya şehrini tanıtmanın gururunu yaşıyordu. Gelen talepleri karşılamak için yanında çırak çalıştırmaya başladı. Üniversitede hocası geleceğin mesleklerini sayarken otantik üretim yapan butik atölyelerin revaçta olacağını ve zanaatların insanın ruhuna, sağlığına kattığı değeri küçük yaşta idrak etmiş ve kendi işinin patronu olmasının mutluluğunu yaşıyordu. Babası ‘’Usta olacak çocuk küçükten belli oluyor.’’ dedi. Elif’in merakı onu yazma baskı ustası yapmıştı. Elif çok sevdiği tasarımlarıyla ünlü Zeynep arkadaşını da yanına alarak tasarladığı ürünleri tekstil alanında uyarlayarak moda dünyasında fark yaratmıştı. Bu tasarımlar Ünlü modacılarında dikkatini çekmiş ve birlikte çalışmak için teklif önerisi sunmuştu. Bu teklife çok sevinen Elif ‘’Modanın duayenleri ile çalışmak bir onurdur. Fakat ben kendi markamı yaratmak istiyorum.’’ der ve gelen teklifi nazikçe reddeder. Kendi markasını tüm dünyaya tanıtırken köklerden kopmadan aslına sadık kalarak yeni yorumlamalar yapan Elif’in desenleri çok rağbet görüyordu. Bir Türk olarak modaya yön vermek harika bir duyguydu. 


Çocukken yemek yediği masa örtüsünün desenine hayran kalan ve ilkokulda gezdiği şehir müzesindeki yazma baskı desenleri ve üniversitede işinin Piri olan hocasının tavsiyeleri üzerine, içinde var olan potansiyeli kurduğu atölyesinde açığa çıkartan ve dünya modasına yön veren bir kadın usta olarak üretmeye ve çalışmaya çok önem veren Elif ve Zeynep kendisinden sonra gelen genç arkadaşlara örnek olmuştur. Tüm dünyada düzenlenen moda haftalarına kendi tasarladığı kreasyonları ile katılım sağlayan ELZEM markası ile dünya medeniyetinin modasında öncü bir isim oldu. Her şeyi çok çabuk tüketen , tüketim çağında yaşayan gençler arasında bir numara olan Elif ve Zeynep ELZEM markasıyla yok satıyordu. Geleceğe köprü olan köklerinden beslenmek onu çok güçlü kılıyordu. Elif  YAŞAYAN EFSANE İLK TEK VE SON USTALAR kitabını okurken edindiği bilgilerin altını çiziyor, “Dünyada Türkiye Türkiye’de Tokat. ANADOLUNUN mayası olan bu coğrafya 7 bin yıllık tarihiyle 14 medeniyete ev sahipliği yapmış ve ipek yolunun kavşağında bulunan kadim şehrimiz hala insanlık tarihine yön vermeye devam ediyor. Dolu dolu Anadolu kadını dünya insanlığının öncüsü olacaktır. “sözleri aklından hiç çıkmıyordu. Elif ve Zeynep yaşadıkları kadim şehrin okullarında ilham veren hikayelerini anlatmak üzere söyleşiye davet edildiğinde büyük bir heyecanla öğrencilerle buluştular. “ Hayal etmek bilgiden daha önemli. Bilgi sınırlı hayal etmek sınırsızdır. Hayallerinize sınır koymayın.  Hayallerimiz doğrultusunda kendimizi geliştirmek, çalışmak, üretmek, markalaşmak bizi özel kılıyor. İçimizdeki gücümüzden şüphe etmedik. İnsan kalbiyle ve aklıyla bir yola baş koyduysa  bu dünyada hiç bir şey imkansız değildir. Biz çok şanslıydık, Çünkü yeteneklerimize göre eğitildik. Yeteneklerine göre eğitilmeyen çocuklar hayallerine kanat çırpamazlar. Çocukların yeteneklerinin keşfi için burada anne babalara ve öğretmenlere çok görev düşüyor. Bizleri yetiştiren üzerimizde emeği olan herkese çok teşekkür ederiz” dediler. Elif ve Zeynep söyleşiye gittiği okullarda Yeni yeni yüreklere umut ektiler. Ustalık aşıladılar. Değişimin ve gelişimin öncüsü olan gençlerimizin yolu açık olsun.

Dünya Köylüsü 

Ayla Bağ 



8 Kasım 2024 Cuma

ATAYA SON NÖBET

 RÖPORTAJ:  Yekta Güngör ÖZDEN (1932)

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi Onursal Başkanı
Atatürkçü Düşünce Derneği E.Genel Başkanı

Gözlerimi kapatıp Cumhuriyetimizin ilk kuruluş yıllarını hayal ettiğimde, zorlu mücadelelerle şekillenen bu ülkenin cesareti, ileri görüşlülüğü ve devrimleriyle tarihe rota çizmiş bir yön belirleyici en büyük lider Mustafa Kemal Atatürk’ü görüyorum. O, sadece bir askeri deha değil, aynı zamanda bir ulusun kaderini yeniden yazan değerli bir devlet adamıdır. Atatürk'ü sadece tarih kitaplarında okumak yetmez, bugünün Türkiye'sinde ki yolculuğumuzda onun ideallerinden ilham almamız şarttır. Onu tanımak ve öğrenmek, geçmişin ışığını taşıyan bir hazinenin açığa çıkması gibidir...

Tarihte büyük liderlerin anıları, onların geride bıraktıkları derin izlerle hatırlanırlar. Onların değerleri, sadece hayatımızda değil, o dönemde yaşayan insanların yüreklerine kazınan hislerde yaşar. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olarak ulusumuzun kaderini çizdi ve dünya üzerinde saygınlığımızı yeniden sağladı. Onu sonsuzluğa uğurlarken yaşanan tüm duygular, milletimizin hafızasına kazınan en derin anlardan biri oldu.


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 86. yılında tüm yurtta anılacak.  Anıtkabir yine ziyaretçi akınına uğrayacak. Atatürk’ün naaşı, 10 Kasım 1938’de hayatını kaybettikten sonra 21 Kasım 1938’de geçici olarak Ankara Etnografya Müzesi’ne konulmuş, 10 Kasım 1953’te Anıtkabir’e nakledilmişti. Bu ana tanıklık eden bugün hayattaki tek kişi Anayasa Mahkemesi Onursal Başkanı Yekta Güngör Özden’i ziyaret ettik evinde… Beni görür görmez 2019 yılında kendisini bir konferansa davet ettiğimi hemen hatırlaması beni ne kadar mutlu etti bilemezsiniz. Kahvelerimizi içerken Sayın Özden, 71 yıl önceki o günü zaman zaman duygulanarak bana anlattı. “Bugün bile aynı acıyı hissediyorum. O gün Ankara sokaklarında çıt çıkmıyordu. Kuşların kanatları, askerlerin yürüyüşü ve pencerelerdeki, kapılardaki insanların hıçkırık seslerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.” derken, babamın da o gün Atayı taşıyan, hayatta kalan sayılı Harp Okulu subaylarından biri olduğunu öğrenince artık gözyaşlarını tutamadı. 

Bugün, o özel ve hüzün dolu saatlere tanıklık etmiş, hayatta kalan son kişiyle geçmişin izlerinde dolaşacağız. Atatürk'ün son yolculuğundaki tarifsiz hüznü, ulusun kalbini saran derin sevgiyi bizzat hissederek, o anların içinde adeta yeniden kaybolacağız. Bu röportaj, bir an değil; Bir ulusun yasını, gururunu ve Atatürk'e olan sonsuz minnettarlığını yansıtan bir zaman kapsülü olarak arşivimizde yerini alacaktır...

Sayın Yekta Bey, 4 Kasım 1953’te Atatürk’ün geçici kabrinden (Ankara Etnografya Müzesi) çıkarılışında bulunmuş, burada Gençlik Nöbetini yönetmiş, 10 Kasım 1953’te Anıtkabir’e taşınma sırasında kortejin yöneticilerinin biri olduğu gibi Atatürk’ün gömülüşünde hazır bulunan on sivilden, yaşamda kalan tek kişi sizsiniz? Bu nasıl bir his yaratıyor sizde?
“Ankara o gün çok sessizdi, havada bile muazzam bir ağırlık vardı. 1953 yılı 4 Kasımında Etnografya Müzesinde Atatürk’ün tabutunun çıkarılışında hazır bulunmak için görevlendirildim. Nasıl büyük bir onur benim için… O zaman ben Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı yöneticilerinden biriydim. Aynı zamanda Türkiye Milli Talebe Federasyonu yayın komisyonu başkanı, Devrim Gençleri Dergisinin de yazı işleri müdürüydüm. 15 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk ikinci kez Ulus’tan uğurlanacaktı. Atatürk’ün naaşı, geçici kabri Etnografya Müzesi’nden ebedi istirahat yeri Anıtkabir’e taşınacaktı. 4 Kasım 1953 tarihinde tabut çıkarıldığında, Anıtkabir’e taşınmadan Etnografya Müzesi’nde altı gün boyunca saygı ziyareti için halka açıldı. Bu süreçte katafalkın başında nöbet tutanlardan biri de 21 yaşında olan benim… Türk gençliğini temsil etmek üzere burada bulunuyorum. Altıncı günün sonunda yapılan devlet töreninde cenaze kortejinin içinde yer alacak, Anıtkabir’e yerleştirilmesine eşlik ederken, Atatürk’ü son kez görüyor, gözyaşları içinde üzerine toprak serpiyordum. İşte böyle tarifi mümkün olmayan acı bir gündü…

4 Kasım günü Atatürk’ün naaşı halkın saygı geçişi için katafalka kondu. Ben ilk günkü nöbeti tuttum. Halk büyük ciddiyetle akın etti. 9 Kasım günü geldiğinde Atamızın tabutunu açmakla görevli 10 kişi büyük bir sessizlikle görev yerindeydik. İş Teknik Okulu Müdürü Şevket Bey komutuyla bir elektrikli motor testere getirildi. Ortam o kadar sessizdi ki adım sesleri bile rahatsız ediyordu. Kablolar uzatıldı, prize sokuldu ve cihaz çalışmasıyla birlikte büyük bir halı büyüklüğünde mermer parça zeminde kesildi. Aşağıya vinç indirildi. (Fotoğraflarını gösteriyor) ‘Aman dikkat çarpmayın’ nidalarının arasında ‘lütfen çok dikkat edin’ sesleri duyuluyordu sadece. Atatürk’ün tabutu yüzeye çıkarıldı. Atatürk’ün tabutu bayrağa sarılmıştı. Kız Teknik Okulu Öğrenci Derneği Başkanı Türkan Yaylalı (Şuanda İsviçre’de yaşıyor) nezaretinde öğrenci kızlar tahta tabutun içinden çıkarılan çelik tabutu temizlediler. Çelik tabut pırıl pırıl parlıyordu. (Fotoğraflarını gösteriyor) Kızlar ahşap tabutun küflenmiş kısımlarını temizlerken, İş Teknik Okulu Müdürü Kemal Kerpiç ve iki yanında öğretmenlerle, elinde ki elektrikli testere yardımı ile bu sefer çelik tabutu açtılar.Çelik tabutun içinden Atatürk’ün beyaz kefenli bedeni çıktı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, TBMM Başkanı, İçişleri Bakanı, Ankara Valisi, Belediye Reisi, Atatürk’ün manevi evladı Abdurrahim Tuncak, kızkardeşi Makbule Atadan, Atatürk’ün son genel sekreteri ve ben vardık. Tabut açıldı.Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Profesörü Kamile Şevki Mutlu Hanım yanımıza geldi. Atamızın tüm bedenini kontrol etti. Atatürk'ün iki koltuğunun altında İstanbul'da Gülhane Askeri Tıp Akademisi öğretim üyelerinden bir doktor, Atamızın vefatında iki koltuk altına, içindeki bileşenleri de yazılı iki ilaçlı şişe koymuştu. Prof. Dr. Kamile Şevki Hanım onları da açtı kontrol etti. Atatürk’ün naaşı tabuttan çıkarılıp yıkandı. Yeniden tabuta konuldu. Cenaze namazı kılındı. (Bunu tekrar tekrar söyledi, Atatürk hakkında kasıtlı olarak ne kadar yanıltıcı bilgiler yayılıyor, çok kızıyorum bunlara dedi...)

Atatürk bir gün önce tıraş olmuş gibiydi. Gözünün açık mı kapalı mı olduğu anlaşılmayacak şekilde sıcak duruşu ve asaleti vardı. Sanki bize bakıyor gibiydi. Atatürk'ün yüzündeki o güzellik hâlâ tazeliğini koruyordu. İşlemler sürerken biz de tabii Atatürk'e hayranlıkla baktık. İnsan o an gözyaşlarına hakim olamıyor. Atatürk'ün na’şında hiçbir bozulma veya değişiklik yoktu. Gömüldüğündeki gibi duruyordu. Tekrar kefenini itina ile kapattılar ve hepimizin gözyaşları arasında kendisini toprağa yerleştirdik. Üzerine Selanik, Kıbrıs ve ülkenin çeşitli yerlerinden getirilen topraklar serpildi. Türk gençliğinin asil kanı Ata’yla buluşsun diye bir gün önce kız ve erkek öğrenci yurtlarından kanlar aldırmıştım. Onları mezarın toprağına döktük. Ellerimizle toprağı düzelttik. Resmi işlemlerden sonra İnönü ve Köprülü Paşalar içeri girdi.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar ‘Buyurun Arkadaşlar!’ dedi ve mezar alanından sırayla çıkmaya başladık. Makbule Hanımın yanına gittiğimde artık hıçkırıklarını tutamıyordu. Sendelediğini görünce sessizce onun koluna girdim ve yavaş yavaş birlikte yukarı çıktık. O ana kadar Atatürk’ün öldüğüne hiç inanmamıştım. O gün ve sonrasında da uzun süre hıçkırıklarımızı tutamadık. O gün  Anıtkabir’de Cumhurbaşkanı Bayar’ın hiç unutamadığım tümcesi, ‘Seni sevmek milli bir ibadettir’ oldu.”

Büyükbabanız yargıç, büyük dedeniz ABD Başkanı Wilson’a kınama telgrafı çeken Niksar Redd-i İlhak Cemiyeti Başkanı,İstiklâl Madalyası sahibi ve Belediye Başkanlarından Hacı Mahir Turhan Bey. Sanki kuşaklar arası görev devir teslimi yapılmış gibi…
“Benim babam tarafından cumhuriyetin ilk iki yılının hakimi onlarda kadı, anne tarafından da ailemde Niksar Belediye Başkanlığı yapmış Hacı Mahir Turhan Bey var. Bu kişi iki kez Hacca gidip gelmiş bir kişi ve Topal Osman’ı da Niksar da ağırlamış bir zat. Böyle bir aileden geldim. Babam ilkokul öğretmeniydi. Annem kızıl saçlı mavi gözlü bir ev kadınıydı. Çok güzel bir kadındı. Hukuk Fakültesi öğrenciliğimde hem talebe cemiyetindeydim hem de Türkiye Milli Talebe Federasyonu Devrim Dergisi müdürüydüm, hiç boş durmadım. Ben hep çok çalıştım. Lisede Duvar gazetesi çıkarıyorduk, iki kez liseye Aşık Veysel’i davet ettim. Her zaman atılgandım, gayretliydim ve ciddi işlerle uğraşmayı seviyordum. Orta birinci sınıfta şiir yazmaya başladım. Okulda hocalarımızı eleştirel şiirler yazdığım için babamı okuldan çağırırlardı.”

İlk kez 10 Kasım 1960’ta Anıtkabir’de ve sonrasında her yıl 19 Mayıs törenlerinde okunan Gençlik Andını yazdınız. Neden yazmak ihtiyacı duydunuz? Tam olarak Gençlik Andının metni nedir?
“Atatürk’e olan bağlılığımı tanımlayabilme gücüm yoktu. Atatürk sevgisiyle büyümüş bir gencim. 92 yaşıma geldim, benim için hala Atatürk hiç batmayan bir güneş. Anıtkabir’e hâlâ çok düşkünüm. En hayran olduğum şey Atatürk ve İsmet Paşa’nın bir ay ve yıldız gibi yanyana bulunması. Atatürk’ü o kadar sever sayarım ki, onun adıyla yetiştim, babam öğretmen olduğu için evin her yerinde eski Türkçe ve yeni Türkçe Atatürk afişleri vardı.”

Yekta Güngör Özden’in yazdığı, Milli Birlik Komitesi onuruyla 10 Kasım 1960 yılında okunmaya başlanan Gençlik Andı, son kez 19 Mayıs 2003 yılında 19 Mayıs Stadyumunda okunmuştur. Sözleri şöyledir;

Türk Gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, Cumhuriyet ve Devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, Her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığı geçmek için tüm zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü veri, kendimizi Büyük Türk Ulusuna adarız.

Üzerinizde hiç birimizin kaldıramayacağı kadar büyük bir sorumluluk var, yaşadıklarınız, çalışmalarınız ve tecrübeleriniz çok ağır. Tüm bu ruh durumuyla gençlere ne demek isterdiniz?
“Atatürk bizim yaşam, varlık güneşimizdir. Atatürk gibi bir değeri ona yaraşır olmak çabası ile yaşatabiliriz. Palavralarla, laflarla değil… Atatürk siyasi görüntülerin üzerinde evrensel bir büyüğümüzdür. Ona yakışır olmak bizim başlıca sorumluluğumuz olmalıdır.”

Türk Gençliği nerede hata yapıyor bu konuda?
“Atatürk ilkelerini maalesef tam anlayamadılar ya da biz anlatamadık. Anlamak için çaba da harcamıyorlar işin kötüsü, onun için de sahip çıkıp koruyamıyorlar. Siyasal iktidarların siyasal yanlışlıklarına karşı gençlik olarak varlıklarını demokratik yollardan gösteremiyorlar. Aslında siyasetin çok üstünde bir konu bu.”

Hayatınızda ilham aldığınız kişiler var mı?
“Babamın çok etkisinde kaldım, edebiyatla uğraşan, birkaç dil bilen bir ilkokul öğretmeniydi. Hakim çocuğu ve donanımlı biriydi. Yahya Kemal’i çok severdim. Necip Fazıl’ı kişi olarak sevmezdim ama şiirlerini severdim. Dünyada ilham aldığım kişi William Shakespeare diyebilirim.”

Entelektüel bir insan nasıl olmalı?
“Bu kişi toplumla ilişkilerini kesmemeli, basını daima izlemeli, dergi-gazete alışkanlığı olmalı, kitap okumaktan hiçbir koşulda vazgeçmemeli, kültürel çalışmaları izlemeli, katılmalı. Konferanslara gitmeli, konserleri takip etmeli. Kendini dışarı kapamış insanların ne topluma ne de kendine hayrı olur.”

Biraz Anayasa Mahkemesi Başkanlığınız ile ilgili sorular sormak istiyorum. Sizce Anayasa Mahkemesi'nin, Türkiye'nin demokratik sistemindeki en önemli rolü nedir ve bu rol zaman içinde nasıl değişti?
“Hukuk devleti niteliğini gölge düşürmeden gerçekleştirmektir. Son zamanlarda Anayasa Mahkemesinin kendi çalışmalarında ben bir zaaf görmüyorum, açıkça şöyleyim. Ancak, genel yönetimin hukuka bağlılığı üzerine ciddi kuşkularım var. Fiiliyat dediğimiz eylem, tutum ve davranışlarda yönetim önde olduğu için de onların çabaları ve çalışmaları daha çok yansıyor. Ben bugün ki devlet yönetiminde ki kişilerin tutumları nedeniyle hukuksallık niteliğinde bir gölge olduğu kanısını taşıyorum.”

Türkiye'de yapılan veya önerilen anayasal değişiklikler hakkında ne düşünüyorsunuz? Gerçekten reforma ihtiyacı var mı?
“Ben anayasanın ilk dört maddesinedokunulmamasından yanayım. Onlar ölçülüp biçilmiş hatta halk dilinde süzülmüş hukuk kurallarıdır. Onlarla uğraşmak devlet yönetiminde ki başıbozukluğu, aksaklıkları ve kötülükleri kışkırtmaktan başka bir işe yaramaz. Anayasa maddeleri biraz daha azaltılabilir ya da sadeleştirilebilir. Ama bugün ki içeriğinin amaçladığı durumlardan asla vazgeçilmez. Tabii ki her şeyin reforma ihtiyacı var, zaman ilerliyor ve yapılanlar geride kalıyor. Zamana ve gereksinimlere uydurmak için yenilenmeyecek hiçbir şey yoktur. Ancak dediğim gibi dokunulmaz maddeleri vardır.”

Anayasa Mahkemesi'nin bağımsızlığı konusunda hangi temel prensipler olmalı?
“Anayasa Mahkemesi üyeleri seçiminde çok özenli davranmalı, çünkü anayasayı uygulayacak ve uygulatacak kimselerin duyarlılıkları, bilgileri ve ahlakları yeterli olmazsa istediği kadar Anayasa Mahkemesini bir değil beş tane kurun yine bir şey elde edilmez. Bunlara çok dikkat etmek gerekiyor. Ama Türkiye de yönetimde olduğu gibi adalette bile siyasi ağırlık hissediliyor.”

Hak ve özgürlüklerin korunması konusunda Anayasa Mahkemesi'nin yaptırımı nedir?
“İki tür yaptırımı var;
1. Anayasanın ve hukuk kurallarının uygulanmasında Anayasa Mahkemesi aldığı aydınlatıcı kararların çok önemi var. En üstteki kuruluş olduğu için.
2. Hukukçuların çok iyi yetişmiş olması şart. Hukukçuların bilgisi ve ahlakı, hukuk devletinin başlıca güvencesi ve temel kaynağıdır. İstediği kadar okusun ahlaksız bir hukukçu ise on tane diploması olsun ne yazar… Bir ülkede hukukçu sayısının çok olması bir ölçü değildir. Nicelikten ziyade nitelik önemlidir.”

Türkiye'de yargının geleceği hakkında düşünceleriniz nelerdir?
“Hukuk devleti olarak ulusal yapımızda ve ulusal yapımızı temsil eden yönetim biçiminde büyük bir önceliği ve ağırlığı vardır. En yetkili yapıdır. Hukuk bunların güvencesidir. Çünkü hukuk, adalet dediğimiz kavramı yaşama geçiren bir sistemin adıdır. Burada tarafsızlık olmazsa, burada bilgi olmazsa, burada ahlak olmazsa, burada çalışkanlık olmazsa hukukun adından başka hiçbir şey olmaz.”

Sizce Anayasa Mahkemesi ve halkın anayasal hakları arasındaki denge yeterli mi? Bu konuda nasıl bir çalışma yapılmalı?
“İki önemli durum söz konusudur;
1. Yönetimin siyasal ağırlığı üste alıp, adaletin ağırlığını ve ışığını, gücünü ve etkisini ötelemesi.
2. Adaletin olmadığı yerde karanlık vardır, yaşam güneşidir adalet. Adaletin olmadığı yerde haksızlık ve kıyım vardır. Kötülükler vardır. Adalet bizim varlığımızı sağlayan gücün adıdır.
Akıllı, ahlaklı, çalışkan ve yansız hukukçulara ihtiyacımız vardır. Halk devletine ve devletinin yasalarına güvenebilmeli, sahip çıkmalı.

Siyaset iyi olmadıktan sonra yargıya bu yansıtılmadığı takdirde bu dengeden bahsetmek mümkün değildir. Bizim adalet duygumuzu aileden başlayıp, ilkokul da bile pekiştirecek çabalar lazım.”


Gençlere hangi tavsiyeleri verirsiniz?
“Gençlerin ülkemizin varlığına, ülkemizin değerlerine, Atatürk ilkeleri doğrultusunda sarılmaları, ödün vermeden çalışmaları gerek. Ahlakı yaşam kaynağı olarak kabul etmeliler. Sıfat, unvan, makam, gelirleri kaynak değil, kendi ruh temizlikleri, beyin ışıklarıyla da ulusa ve ülkeye hizmeti öne almaları gerekir. Ülkeye ne bırakıyor bu önemlidir. Yediği, içtiği, giydiği kendine harcadığı zamanla ülke hiçbir şey kazanmaz. Geriye bırakacağımız şeyler olmalı. Ülkeye hizmet duygumuzu tekrar kazanmalıyız.”

Değerli vaktinizi bizlere ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Asıl ben sizlere teşekkür ederim.

Dilek Alp 

2 Kasım 2024 Cumartesi

Röportaj-2

Remzi ÖZKAN : Değerli hocam söyleşimize geçmeden önce kısaca kendinizi tanıtmanız mümkün müdür?

AYLA BAĞ : Öncelikle tüm okuyucularımızı canı gönülden en kalbi duygularımla selamlıyorum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için size çok teşekkür ederim Remzi hocam. 

Ben Dünya Köylüsü Ayla Bağ 1971 yılında Tokatın Niksar ilçesinin Bayraktepe Köyü’nde dünyaya gelmişim. İlk okulu Artova, ortaokulu Antakya, liseyi Yozgat Aydıncık lisesinde bitirdim. Beş kardeşiz. Babam öğretmen, annem ev hanımı. Evliyim. İki evladım, dünyalar tatlısı bir torunum var. Yayınlanmış dört kitabım var. Beşincisi yolda. Yazmayı, okumayı, gezmeyi ve beni yaradanı çok seviyorum. Hayat denen bu yolculukta kendimle yarışıyorum. Ve kendimi keşfediyorum. 

Remzi ÖZKAN : Değerli hocam, hem sosyolog ve hem de yazarsınız. Bu iki rolün bir arada size sunulmuş olmasını nasıl değerlendirirsiniz? İyi bir yazar olabilmek için iyi bir gözlemci olmak gerektiğine inanan biriyim. Bu bağlamda sosyolog oluşunuzun yazarlık açısından sizi avantajlı kıldığını düşünüyor musunuz?


Ayla BAĞ: Hocam çok güzel bir soru teşekkür ederim. Sosyoloji insanı her alanda inceleyen bilim demek, yani toplum bilimi demek. Toplumun en küçük yapı taşı ailedir. Aileyi bireyler oluşturur. İlk gözlem yerimiz ailemizdir. Anne babayı taklit ederek hayata başlarız. Objektif bakabilmeyi, baktığın yerden anlam çıkartmayı, çıkarttığın anlamı düşünmeyi ve ilimin bilimin ışığında kendini inşa etmede bu yetiyi kullanmak bilgi ister. Sosyoloji bana bunu öğretti. Bilgilenmek için okumak ve öğrendiğin bilgiyle bağ kurmak gerek. İşte bu anlamda sosyoloji bilimi benim işimi çok kolaylaştırdı. Doldum ve taştım. Hikaye dinlemesini çok seviyorum. Dinlediğim hikayenin özünden besleniyorum. Kocaman kalınlıkta roman yazılacak bir insan hikayesinden bir cümle özü alarak yolumda yürüyorum. Dünya üzerinde insanlar bir direktir. Bu direkler üstünde sevgiye ait bir not vardır. Ben bu notu okuyorum. Yazmak için gözlem çok önemli… sosyoloji bilimiyle bunu bütünleştirmek elbetteki benim kalemimi güçlendirdi. Bu açıdan çok şanslıyım. 


Remzi ÖZKAN : Çok hoşuma giden, çok ilginç ve dikkat çekici bir ön ad koymuşsunuz isminizin önüne: Dünya Köylüsü…Böylesine harika bir icadı nasıl düşündünüz, size niçin “Dünya Köylüsü” densin istiyorsunuz?


Ayla BAĞ: Bu dünya insan tarlası. Burada insan ekilir insan biçilir. Artık dünya iletişim araçlarının sayesinde küçük bir köy oldu. Birisi Çin’de hapşırsa biz burada çok yaşa diyoruz. Dünya üzerinde var olan insanları çok dallandırıp budaklandırmaya, ayrıştırmaya, şucusun,  bucusun deyip bölmeye gerek yok. İyi insan, kötü insan dedim ve ikiye böldüm insanları. Dünyayıda aşağı mahalle yukarı mahalle diye ikiye ayırdım. Safımı belirledim. Yolumda yürüyorum. Bilmiyorum ne haldeyim gidiyorum gündüz gece. Dünya köylüsü demek bozulmamış, fıtrat ayarında, doğal, samimi insan demek. Toprağa düşen tohum demek. Yalansız, dolansız insan demek. Bende bu dünyaya insan olarak geldiysem mevlamın bana verdiği meziyetleri açığa çıkartarak insanlığımın gereğini yapma, hakkı hakka teslim etme gayretindeyim. 

Olgunlaşmak için hamdım, yandım, piştim demek gerek. Bu yolda yanarak aşk yürüyorum. 


Remzi ÖZKAN : Kitaplarınızda daha çok hangi temalara yer veriyorsunuz?

Ayla BAĞ: İnsan başlı başına ana tema. 

Başarılı insan hikayelerinden feyz almak ve Zanaatkarlarımızın  yaptığı sanat eserlerinin taşıdığı anlam beni çok etkiliyor. Şehrimizin doğal ve tarihi yerlerini masallarımda kaleme aldım. Yaşadığım şehrin her yönünü işlemeye çalışıyorum. 

Remzi ÖZKAN : Söz kitaptan açılmışkenkitaplarınızdan da biraz bahsedelim mi değerli hocam? Eserlerinizi kısaca tanıtır mısınız rica etsem?

Ayla BAĞ: Kitaplarım çocuğum gibi. Her harfini her satırını çok seviyorum. Yayınlanmış dört eserim var. 

1. si Yaşayan KIRKKIZLAR efsanesi.

Kırk kadının hayat öyküsüne yer verdim. 

Tokat valiliğinin himayesinde proje olarak kitapta yer alan kadınlarımız öğrençilerle okullarda buluşturuldu ve hayat hikayeleri kendi ağızlarından anlatıldı. Bu çalışma Türkiye’de bir ilk oldu. Bundan dolayı çok mutluyum. 

2.si YAŞAYAN EFSANELER İLK TEK VE SON USTALAR kitabı 

Unutulmaya yüz tutmuş Geleneksel el sanatlarımızı yaşatmaya çalışan ustalarımızın hikayeleri ve zanaatlara yer verdim. 

Ahiler kervanı çalışması ile okullarda öğrencilerle ustalarımız buluştu ve zanaatlarımız gençlerle tanıştırıldı. 

3-4.kitabım DÜNYA KÖYLÜSÜ AYLA BAĞ’DAN MASALLAR  masal kitaplarında dünyanın en büyük ikinci mağarası olan Ballıca mağarasının masalını yazdım

KIRKKIZLAR efsanesini masal tadında anlattım. Zaman değişti. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Masal anlatarak uyutan nesilden, Bu topraklarda kendi masalını yazarak herkesi uyandıran nesillere selam olsun…Mustafa Kemal Atatürk gibi. 

Beşinci kitabım yolda. Yazmaya üretmeye devam edeceğim. 

Remzi ÖZKAN :Birçok yerde söyleşilerde bulundunuz ki bu konuda maşallahınız var, oldukça aktif durumdasınız. Buradan hareketle şunu sormak istiyorum:  Sadece batyemenin, yaprak sarması dağıtmanın ve Ellik oyunu oynamanın, kendini parçalarcasına siyasilerin arkasından koşmanın kültürel faaliyet zannedildiği bazı oluşumlarda Tokatlı bir yazar olarak hak ettiğiniz değeri gördüğünüzü söyleyebilir misiniz? Bu durumun, gelecekte Tokatlı yazarların gelişimine ne gibi olumsuz etkileri olabilir?Tokatlı yazarların hak ettiği noktada olabilmeleri adına ilgili kurum ve kuruluşlardan beklentileriniz nelerdir?

Ayla BAĞ: Çok teşekkür ederim hocam. Evet Tokat genelinde 180 söyleşi gerçekleştirdim. Dilim döndüğünce insanımızı anlatmaya çalıştım. 

Ama maalesef her şey sosyal medya aracılığı ile yapıldığı için derin kültürel anlamı olan değerlerimize değinmeden yüzeysel sığ geçişlerle günü birlik popüler kültürün ve siyasetin oluşumlarının gölgesinde özümüzden uzaklaşıyoruz. Gerçek manada işler yapılmıyor. Bunun herkes farkında. Yazarın çizerin hiç bir ehemmiyeti yok. Kitap fuarlarında, okullarda, konaklarda yazarlara daha çok yer verilmeli söyleşiler yapılmalı. Şehri tanıyan yaşayan yazarın dilinden şehir tanıtılmalı. Yerel yazarlara destek verilerek kitapları okullarda okutulmalı. Yazar küstürülmemeli. Yazarın siyaseti olmaz. Yazar bunların üstünde düşünce, fikir üreten, görülmeyeni gören, söylenmeyeni söyleyen farklı bakış açısıyla yorum yapan kişidir. Kıymeti bilinmeli ve el üstünde tutulmalı. Kıymet bilenlere selam olsun.

Remzi ÖZKAN : Eserlerinizde yerel değerlere oldukça önem verdiğinizi biliyorum. Böyle bir proje yapmayı nasıl düşündünüz? Bugüne kadar bölgenizdeki hangi değerleri taşınız kitaplarınıza?

Ayla BAĞ: Benim için yaşadığım şehir laboratuvar. Bu laboratuvarda her şey var. Her şeyden önce insan çok kıymetli, bu şehrin vitrini zanaatkarlarımız çok değerli. Eşi benzeri olmayan doğal oluşumları ile Unesco tarafında dünya mirası listesinde koruma altına alınan Ballıca Mağarası bizim için çok büyük bir değer. Danişmentlilere baş şehirlik yapan danışılan adamların diyarı Niksar havasıyla suyuyla efsaneleriyle ayrı bir cennet. Bu güzelliklerin bilinmesi duyulması için söylemlerime ve yazmaya devam ediyorum. 

Bu topraklar çok kıymetli. Kendi kültürümüzü bilmeden tanımadan hiç birşey olamayız. Köklerimizden beslenirsek ulu bir çınar oluruz. 

Remzi ÖZKAN : Peki hocam, yazarlığa nasıl başladınız? Sizi bu alana iten şey ne oldu?

Ayla BAĞ: Edebiyatçı değilim. Hikaye dinlemesini ve anlatmasını çok seviyorum. Komşum arkadaşım Nurdan hanım bir gün “ Ayla hanım çok güzel hikayeler anlatıyorsun bunları yazsana dedi. Hiç aklımda olmayan şeyi aklıma getirdi neden olmasın dedim ve KIRKKIZLAR efsanesinden çok etkilendim yaşayan kadınlarımızın hikayelerini dinledim ve kaleme aldım. Böylece yazmaya başladım. Edebi anlamda yazım yanlışlarım olabilir ama ben kendime anlam taşıyıcısıyım diyorum. Anlata bildim mi?  Anlata bildiysem ne mutlu bana. 

Remzi ÖZKAN : Şimdiki sorum biraz can sıkabilecek bir soru. Çünkü birilerinin bu sorudan rahatsız olacağını hissediyorum. Sizce yerel yazar kavramı ne anlama geliyor? Türk yazarları arasında böyle bir kavramı şahsen ben kabul etmiyorum. Bir yazar ya vardır ya da yoktur. Ya yazar olabilmiştir ya da olamamıştır veya daha farklı bir açıdan bakacak olursak henüz keşfedilmemiştir veya diğerleri kadar şans verilmemiştir. Zaten yerel yazar etiketi yapıştırılmış bir yazarın şanslı olabilme durumu yok çünkü bir fuarda bile en dar ve en kör noktalara adeta itiliyorlar. Bu durumda o yazarın tanınma şansının olamayacağı aşikar. Bence bu durum, Türk Edebiyatı açısından çok sakıncalı bir durum ve gelecekte güçlü ve farklı yazarlar görebilir miyiz, diye endişe ediyorum. Bu konuda siz neler söylersiniz?

Ayla BAĞ: Size yürekten katılıyorum hocam. Bana göre Yerel yazar demek Yerel değerlerden beslenerek evrensel değerlere uzanan kalemler olarak nitelendiriyorum. Bir yazar kendi köklerinden beslenir. Yani doğduğu coğrafya, yaşadığı şehrin kültürel değerleri, okuduğu kitaplar hepsi yazarı yazar yapar. Dünya çapındaki yazarlara baktığımızda onlarda kendi köklerinden beslenmiş ve evrensel değerlerde dal budak verip meyve vermişler. Yerel olmadan evrensel olamayız. Yerel kalıbını kırmak için evrensel değerlerde buluşmalıyız. İnsan dünya köyünde yetişir. İnsanı insan yapan etik değerlerdir. Dünyanın neresine giderseniz gidin yalan kötüdür. Adalet, merhamet sevgi cesaret gibi değerlerden yoksun anlatımlar bir değer değildir. Kalıcı olmak için iz bırakmak gerek. İz bırakmak içinde yüreğinin sesine kulak vermek gerek diye düşünüyorum. Kitap fuarlarında yerel yazarlara daha çok imkan verilmeli. Baş üstünde taşınmalı. Taşınmıyorsada bu onların vizyonsuzluğu diyebiliriz. 

Remzi ÖZKAN : Sizce iyi bir okuyucu nasıl olmalı? Bir kitap alırken, bir kitap fuarında gezerken nelere dikkat etmeli?

Ayla BAĞ: Bu çok güzel bir soru. Teşekkür ederim hocam. İyi bir okuyucu ne okuduğunu bilmeli. Ne okuyacağını da bilmeli. Kişisel gelişim, polisiye, macera, fantastik, deneme, biyografi, tarih, felsefe hepsi insanı inşa eder. Okuduğumuz şeyleri kendi süzgecimizden geçiririz ve bizde ki var olan değerlerle anlamlandırırız. Bu bizim vizyonumuzu genişletir. Açık fikirli olmamızı sağlar. Her türlü kitabı okumalıyız. Ama önce Kur-anı Kerimi okumalıyız. Çünkü Kur-anı Kerim mihenk taşımız olmalı. Kitap fuarları kitap ticaretinin yapıldığı yerler. Ön araştırma yapılmalı. Yazarlar hakkında bilgi edinilmeli. Bazende bilmediğiniz tavsiye edilen kitaplara yer verilmeli süprizlere açık olmalıyız. Tüm okuyuculara bol kitaplı günler diliyorum. 

Remzi ÖZKAN : Son olarak, yazar adaylarına ne gibi önerilerde bulunursunuz, diye soruyor ve röportajımıza renk kattığınız için sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Güzel ülkemin güzel bir köşesinde yine karşılaşabilmek dileğimle.

Ayla BAĞ: Kıymetli hocam çok teşekkür ederim. Yazmak isteyen adaylar yazamıyorum olmuyor deyip vaz geçmesinler. Küçük küçük yazsınlar. Karalasınlar. Bu işin eğitimini uzmanlardan alsınlar. Bir gün kendilerine inanamayacaklar. Bunu ben mi yazdım. Tavsiyem, çok okusunlar, çok gezsinler, çok yazsınlar, çok hikaye dinlesinler. Yani yaşamın ta göbeğinde var olsunlar. Hayatın içinde yaşayan insan olsunlar. İnsanların dertleriyle dertlensinler. İnanın bu yazmak isteyenleri daha çok olgunlaştıracak. Ve kaleminizi güçlü kılacak. 

Kıymetli Remzi Özkan hocam çok teşekkür ederim. Banada bu güzel köşenizde sorularınızla dertleşme imkanı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Kitaplarınızla, şiirlerinizle, bestelerinizle bizlere ve gençlere öncü olduğunuz için teşekkürler. Kaleminiz daim olsun iyiki varsınız.

Kendi kitabını yazan, Kendi kitabının baş kahramanı olan, kalemlere selam olsun…

Güzelliklerde buluşmak dileğiyle…

Dünya Köylüdü 

Ayla Bağ